“Cünûnum müptelâ-yı zülf-i cânân olmayan bilmez
Perîşân hâtırın hâlin perîşân olmayan bilmez.”
[Sevgilinin saçına müptela olmayan, (benim) çılgınlığımı anlayamaz.
Perişan olmayan, perişan (bir) gönlün halini ne bilsin?]
Osmanlı’nın ikbal zamanlarında orduyla sefere katılan devlet ricali, fethedilen yerlerdeki kabiliyetli gençleri bulur, devlet hizmetinde kullanmak üzere bunları İstanbul’a getirirdi. Böyle gençlerden biri de Kazasker Kadri Efendi’nin Kanunî’nin Irakeyn seferinde iken beğenip maiyetine aldığı Hemedanlı Hüsameddin Hüseyin’dir. Hüsameddin Hüseyin Efendi vefatına kadar İstanbul’da otuz yıla yakın Devlet-i Âliyye’ye hizmet vermiş, bu arada Kimyâ-yı Saadet’i tercüme etmiş, “Sehâbî” mahlasıyla şiirler yazmıştır. Yazımızın başına aldığımız beytin şairi olan Sehâbî, İstanbul’da Seyyid Muhammed Nurbahşî’ye bağlı bir tarikatın da dervişidir.
Beytinde Divan şiirinde çok sık rastlanılan bir âşık yakınmasını dile getiriyor Sehâbî. Âşık, sevgilinin saçlarına müptela olmuş, tutulmuştur. Saç bir güzellik unsurudur ve asıl anlatılmak istenen sevgilinin güzelliğine meftunluktur. Aşk, âşığın aklını başından almış, onu deliye çevirmiş, perişan eylemiştir. Bu duyguyu yaşamayanlar âşığın çılgınca davranışlarını anlayamaz, onun halini bilemezler. Sevgilinin saçı ile perişanlık arasında yine çok bilinen bir ilgi kurulmuştur. “Zülf”, yüzün iki yanında çengel biçiminde salınan saçlardır. Gönlün zülüflere mübtela olması, her parçasının çengel şeklindeki saç tellerine takılıp dağılmasıdır. Bu yüzden perişandır; çünkü perişanlık “dağınıklık”tır. Âşığın deliliğinin, çılgınlığının sebebi gönlünün bu şekilde parçalanmışlığındandır. “Cünûn”, aşkın galip gelmesiyle kendini gösteren delilik manasına gelir. Nitekim Leylâ ile Mecnun hikayesindeki Mecnun “deli” demektir ve bu kahramanın asıl adı Kays iken Leylâ’nın aşkı onu “Mecnun” eylemiştir.
Zülfün tellerine takılıp kalanlar yalnızca âşıklar değil. Divan şiirinin yaslandığı mana zemininden nasipsiz olan bazıları da “zülf” ve benzeri güzellik unsurlarına takılıp böyle beyitlerden kadın görüntüsü çıkarmak, aşkı sadece beşerî tutkudan ibaret sanmak gibi bir zihin perişanlığı sergileyebiliyor. Aslında bu beyit işte tam da böyle zahire saplanıp kalmanın yol açtığı bir sıkıntıyı, bunu aşamamanın buhranını anlatıyor ama perişanlığı da itiraf ediyor. Halbuki böyle mısraların kadının maddi güzelliklerini ve buna bağlı bir beşerî aşkı yansıttığını düşünenler kendilerinden çok emin. Velev anlatılan beşerî aşk olsun, bunun üstelik bir tarikat müntesibi şair tarafından böylesine aşikâr edilemeyeceğini, tasavvufun varlığa bakışını, medeniyetimizin kendine has üslubunu hesaba katma ihtiyacı duymuyorlar.
Eski şiirimizde sevgili de sevgilinin güzellik unsurları da birer semboldür ve müteal (aşkın) bir hakikate yol verir. Nitekim “canan”, can veren, hayat bahşeden yegane varlık olan Allah Tealâ’dır. Yüz “vahdet”i, saç veya zülf ise siyahlığı, çokluğu ve dağınıklığı ile “kesret”i simgeler. İki yanındaki saçlar nasıl yüzü kapatır, gölgelerse kesret de vahdeti örtüp gölgeler. Hak âşığı gönlünde ilâhî sıfatların tecellisine mazhar olmuş, Cemâl-i Mutlak’ı her nasılsa bir kere müşahade etmiş fakat bunu sürdürememiştir. Tıpkı saçların bazen yüzün görünmesini engelleyip âşığı iştiyaktan kıvrandırması gibi kesret veya masiva da Cenâb-ı Hakk’ın güzelliğini, vahdeti devamlı müşahade etmeye mani olmakta, bu mahrumiyet âşığı çılgına çevirmektedir. Çünkü Sevgili, cemâl sıfatlarının müşahadesini bir imtihana bağlamıştır. Kul, bu imtihanı geçebildiği ölçüde aşkındaki sadakat ve samimiyetini ispat edecek, Sevgili de ancak böyle hakiki bir âşığın gönlüne misafir olacaktır. İmtihan, vahdeti perdeleyen kesrete takılmamak, masivadan kurtulabilmektir. Nitekim cünûn ve perişanlık “zülfe müptela olmak”tan dolayıdır. Müptela olmak, maruz kaldığı bir bela ile sürekli boğuşmak demektir ki kesret böyledir.
Biz kolay anlaşılması için müşahade veya görme diyoruz ama Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının idraki “hâl” iledir ve kalp yahut gönülde olur. Böyle bir hal ile ona mahal olmuş kalbin ikisine birden “hâtır” denir. Şair gönül yerine “hâtır” kelimesini bilhassa seçmiş, “perişan” demekle de yaşadığı hallerin dağınıklığını, bazı letaifin bir görünüp bir kaybolduğunu anlatmak istemiştir. Hal dilinde perişanlık “tefrika”dır. Kısaca sâlik “cem” halini yaşamış fakat ardından “tefrika”ya düşmüş, çok arzulamasına rağmen cem halinin lezzetine bir daha ulaşamamıştır. O güzelliği müşahade etmemiş olsa kesrette kalması belki ona çok fazla sıkıntı vermeyecektir. Ama Cemal tecellisinden bir kere nasibdar olduktan, hele de kesretin bunu perdelediğini gördükten sonra, dönüp masivaya meyletmesi mümkün değildir artık. Gittikçe ziyadeleşen fakat engeller sebebiyle tahakkuk imkanı bulamayan güçlü bir iştiyak, başkalarının delilik saydığı davranışlara yol açar.
Fakat acaba asıl delilik vahdet idrakinin coşkusu mudur, yoksa kesretin kendine mahkum ettiği kuru aklın sınırlı tedbiri mi? Masiva engelinde bir iptila ile sınandıklarını fark edemeyip gönülleri perişan olmayanlar doğru cevabı veremez.