İki Arkadaş Fatih Yolunda |
-Vapur yanaştı mı?
-Çoktan!
- Demek ki Köprü´deyiz...
-Aman, şu yolcular insin!..
- Fakat bilir misiniz,
Yadırgıyor, hani, insan o eski tekneleri!
" Yanaş" denildi mi, nazlım, gider gider de geri,
Gelince hışm ile bir tos vururdu Köprü?ye ki:
Zavallının deşilen kamı sağlam altı çeki
Odun yutar da biraz sancıdan bulurdu aman...
- Hekim getirmeye koşsan, hekim de yok o zaman!
-Pansumancı, bereket versin, usta , şeylerdi:
Elinde balta, gelir, üç keser, beş eklerdi...
"Dayan o yanki başından Ömer! Tutundu Memiş!"
Bakardınız ameliyyâta çarçabuk bitmiş!
Amasra sâhili çok eski bir müessesedir;
Uşakların topu cerrâh oluı:.. Hemen kestir!
Bugünden ormanı göster kılağlı baltasına:
Temizleyip çıkıversin, bırakmasın yarına!
- Biraz da dikmeyi öğrenseler...
- Adam sen de!
Düşündüğün şeye bak... Sen şu ilmi öğren de...
- O ilme hiç diyecek yok: Müfâdı kat´îdir!
Ulûm-i sâire sun´î, o, pek tabî´îdir.
- Ne var ki: Kalmadı tatbîk için müsâid yer!
- Neden?
- Neden mi, görürdün çıkıp gezeydin eğer.
Eteklerinde zığın saklı bildiğin orman,
Bugün barındıramaz hâle geldi bir tavşan!
O, sırtı hiç de güneş bilmeyen yeşil dağlar,
Yığın yığın kayalardır: Serâblar çağlar!
- Sabahleyin yine bir hayli nükte firlattın!
Hayâli bol bol akıttın, serâbı çağlattın!
- Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim...
İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek!
- Fenâ değil yolun amma epeyce sarp olacak!
"Odun " dedin de tuhaftır, ne geldi aklıma, bak:
Zavallı memleketin yoktu başka mahsûlü;
Odundu, nerde bulunsan, metâ-ı mebzûlü;
- Adam yetiştiremezmiş, demek ki, toprağımız!..
- Lâtîfe ber-taraf amma, adam değil yalınız,
Odun da isteriz artık yakında Avrupa´dan!
- Bizim filizleri göndermesin sakın o zaman!
- Ağırca davranıyorsun... Biraz çabuk yürüsek...
- Vakit kazanmak için isterim yavaş gitmek.
- O halde kuş gibi sekmek değil midir lâzım?
Ayıp değil ya, bu sözden ne çıktı, anlamadım.
- Bu i´tirâzı niçin salladın muhâkemesiz?
Vakit geçirmeyi bizler kazanma addederiz!
- Demek ki şimdi işin yok...
- Hayır birazdan var.
- Ne iştir, anlıyabilsek... Mühim midir o kadar?
- Gidip de öğleyi Fâtih´te kılmak istiyorum;
Gelir misin? Hadi!
-Artık üşenmeden ne zorum,
Sıcakta kan tere batmak? Namazsa maksad eğer:
Sağın solun dolu mescid, beğen beğen dalıver.
- Namaz değil yalınız maksadım... Bugün bir adam
Çıkıp da va´zedecek öğle üstü halka...
- Tamam!
Zamanıdır oturup, şimdi herze dinlemenin;
O yâve-gûlan hâlâ, adam, deyin beğenin!
Sarıklı milletidir milletin başında belâ...
- Fakat, umûmunu birden batırmak iş değil a!
Bilir misin ne dehâlar yetişti medreseden?
- Dehâ mı?At bakalım, hiç sıkılma, bol keseden!
- Sıkılmadan atayımmış... Kuzum, niçin atayım?
İnanmıyorsan eğer dur ki ben de anlatayım...
- Sayıp da nâfıle ma´lûm olan beş on ismi,
Yorulma: Onları ezberlemek de bir iş mi?
Fakat, şu va´z edecek herze-gû aceb kim ola?
Ne olsa hiç ya... Nihâyet, sarıklı bir molla!
- Seninle biz de, birâder, sabahleyin çattık!
İnâda karşı ne yapsın da susmasın mantık?
"Sarıklıdır" diye hiç görmeden, bilâ-insâf,
Kibâr-ı ümmeti haksız değil mi istihfâf?
Gelip de bir bulunaydın geçenki va´zında:
Kalırdı parmağın, Allah bilir ki, ağzında!
Ne var inâdına etsen de bir sefer galebe,
Benimle Fâtih´e gelsen...
- Al işte, geldim be!
- Hidâyet erdi mi? Hah Şöyle... Âferin su kuşu!
- Aman, şu düz yolu tutsak da tepmesek yokuşu...
- Uzak yakın deme artık; iniş, yokuş sorma!
Tıpış tıpış gidelim, haydi gir şu sağ koluma.
- Aman, şu ma´bed-i feyyâzın ihtişâmına bak:
Bakar bakar doyamam: Aşık olmuşum mutlak!
- Hakîkaten doyamaz dîdeler melâhatine...
Fakat yabancılar üşmüş civâr-ı ismetine!
Nedir harîmine yerleşmek isteyen şu salaş
Hüviyyetinde yığınlar ki hep birer kallâş!
- Evet, zemîni uzaktan görüp bayılmışlar;
Yavaş yavaş sokulup sonradan yayılmışlar!
- O halde şimdi ayılmak gerektir Evkâf´´a...
- Ayıldı farz edelim... Yığmadıkça bir tarafa,
Şu gördüğün kara taşlar kadar kesîf altın,
Nasıl temizliyebilsin, nasıl yıkıp çıksın?
- Hayır, kapatmalıdır "câmi´in!" deyip kemeri;
Birer birer yıkılır az zamanda kendileri.
- Nasıl kapatmalı?
- Gâyet kolay: "Şu meydanlık,
Ki yol geçen hanı olmuştu, avludur artık;
Bu avludan geçecekler namaz için geçecek. "
Deyip kapatmalı!
- Yâhu, akıllısın gerçek!
- Geçende yıkmaya kalkıştılardı mahfili ya!
- Demek ki zırdeli bunlar!
- Sorar mısın? Deli ya!
Delirmedikçe bir insan nasıl varır eli de,
Kıyar şu mahfile, yâhud şu muhteşem geçide?
"Bizim de var medeniyyetle âşinâlığımız...
Hem eskidir... " diyebilmek için dayandığımız,
Yegâne hüccet-i sengîni yırtacaklar da,
Sıkılmadan gezecekler "geniş"sokaklarda!
- "Sıkılmadan" diye bir nükte salladın... Lâkin,
Yerinde oldu...
- Değil, sende anlayış keskin!
- Ben anlamam ya, fakat pek değerli olsa gerek...
Hakîkaten şu geçit çok güzel midir?
Sahîfeler yazıyor, belki, fenn-i mi´mârî,
O, meyl-i nâz ile mahmûr dîdeler-vârî,
Biraz meyilli bakan, ma´berin güzelliğine...
- Kemer de öyle muvâfık mıdır aceb fenne?
- Ne söyledin?
- Şu atılmış verev kemer iyi mi?
- Fünûn-i hendesenin var ya bir de "tersîmî"
Denen usûlü... Onun mâhirâne tatbîki.
- Demek ki: Hayli mühimdir bunun da tedkîki.
- Senin gözün iyidir... Kaç muvakkitin sa´ati?
Düzelteyim şunu... Dur, dur... Kurulmamış zâti.
- Birinde onbuçuk olmuş, birinde üç...
- Ne güzel!
Zaman içinde zaman... Yoktu böyle şey evvel.
- Büyük kusûr idi lâkin...
- Hakîkat öyle idi:
Kamer hesâbı, güneş devri, sonra, mîlâdî,
Deyip de üç yılı ezber bilen zekî millet,
Durur mu hiç yalınız bir sa´atle? Durmaz evet!
- Nasıl şu banka güzel bir binâ mı?
- Pek o kadar
Fena değilse de, nisbetle, bir biçimli duvar
Mesâbesinde kalır câmi´in yanında...
Garib!
Benim gözümle bakarsan: Ne muhteşem! Ne mehîb!
- O başka... Sorsalar üslûb için "şudur" denemez.
Asâlet olmalı san´atta evvelâ... Bu: Melez!
Hayır, melez de değil... Belki birçok üslûbun
Halîta hâli ki, tahlîle kalkışılsa: Uzun!
Necîb eser arıyorsan: Sebîle bak işte...
Taşıp taşıp dökülürken o şi´r-i berceste,
Safâ?yı fıtratı şâhid ki: Tertemiz aslı;
Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı!
Görüp bu cû,si,s-i san´atta rûh-i ecdâdı,
Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evlâdı!
- Sıkılmak, eski adamlarda nâdiren görülen
Bir ibtilâya denirmiş ki, şimdi geçti?
- Neden?
- Değişti hâlet-i rûhiyye, çünkü asra göre...
- Aman şu "hâlet rûhiyye" bir de "mefkûre"
Ayıp değil ya, gıcıklar benim sinirlerimi!
- Niçin sinirleniyorsun? Ta´assubun yeri mi?
Biraz değişmeli artık bu eski zihniyyet.
Lisâna hiç yenilik sokmayın!" demek: Cinnet.
- Hayır ta´assub eden yok... Şu var ki: İcâbı
Tahakkuk etmeli bir kerre; bir de, erbâbı
Eliyle olmalı matlûb olan teceddüdler...
Düşün ki böyle midir bizde?
- Şüphesiz.
- Ne gezer!
Delîli: Kendi sözündür...
- Kimin, benim mi?
- Ne söylemiştim? Unuttum...
- Canım şu "zihniyyet!"...
-Beğenmedin mi? Fransızca yok mu "mentalite"?
Onun mukâbili...
- Zaten budur ya dert işte!
Tasarrufâtını aynen alırsak İngilizin,
Fransızın, ne olur hâli, sonra, şîvemizin?
Lisânın olmalıdır bir vakâr-ı millîsi,
O olmadıkça müyesser değil teâlîsi.
- Biraz muhâfazakârânedir ya şimdi bu da...
- Evet, muhâfazakârım... Bilir misin, bu moda
Te´ammüm etmeye başlarsa...
-Başlasın! Ne Olur?
- İler, tutar yeri kalmaz, lisânımız bozulur.
Bugün ne maskara olmuşsa milletin kılığı;
Lisan da öyle olur!
- Anlamam inatçılığı...
- Bilir misin bu garîb ümmetin nedir hâli?
"Yehâfü"sıygasının çıngıraklı i´lâli!
- Nasıl, nasıl?
- Hele sabret: "Yehâfü aslından... "
Deyip de ezbere birçok ibâreler okutan
Hocam, hitâma yakın devresinde i´lâlin;
Meyân-ı kâfiye-dârında çifte `fi´l-hâl"in
Okur dururdu, bu bir an´aneydi besbelli:
"Kaçan ki sâkin olur vav, onun da mâ-kabli
Hurûf i sâlimeden harf i gayr-i sâkin olur;
O vâvı müttefikan meddeder imiş cumhûr...
O halde, biz dahi ettik: Yehâfü oldu" ... Evet!
Ne yapsa Avrupa, bizlerce asl olan hareket:
"O halde biz dahi yaptık!" deyip hemen taklîd.
Bu türlü bir yenilikten ne hayr edersin ümîd?
- Fakat "yehâfü "nün i´lâli amma güçmüş ha!
- Bu, ihtisârı onun, çok sürerdi, yoksa, daha!
Fenâ mı? Bak, lâfa daldık da duymadık yokuşu.
- Hakîkat öyle! Epey yol kazanmışız... Şu ne, şu?
- Yıkık sebîle bakıp ağlayan yanık mektep...
Geçenki yangının enkâzı içte bunlar hep!
- Demek ki: Câmi´i kurbündeyiz Süleymân´ın.
- "Demek" de var mı ya? Karşında!
- Lâkin insânın,
Nasıl kararnıada mâzîye tırmanan nazarı!
Bugün, bizim tepemizden bakan şu âsârı,
Sıyânet eylemeden âciziz, değil yapmak...
- Hakîkat öyle! Şu ma´bed nedir? Şu haşmete bak!
- Bırak ki câmi´i, dünyâda olmaz öyle eser;
Fakat nedir şu heyâkil, nedir şu medreseler!
Uzaktan andırıyorlar nitâk-ı sîmîni,
Ki sarmak istiyerek vahdetin nedîmesini;
Atılmış üç tarafından kemend olup beline;
Fakat değil beli, dâmânı geçmemiş eline!
Beşer değil mi? Teâlî de etse irfânı,
Nasıl kucaklıyabilsin harîm-i Yezdân´ı?
Evet, medâris o vahdet-serây-ı muhteşemin
Önünde: Hürmetidir dîne her zaman ilmin.
Bütün şu kubbelerin mevce mevce silsilesi:
Huzûr-i Hak´ta kapanmış sücûd kâfilesi!
- Bugün de öyle mi lâkin?
- Değilse, kimde kusûr?
Bu nâ-halefliği biz yapmışız selef ma´zûr.
Oyup sıçan gibi her dört adımda bir kemeri,
Deden mi açmış o miskin kılıklı kahveleri?
Hayır, deden sana, bak hastahaneler yapmış!
Yanında Mekteb-i Tıbbiyye´ler, neler yapmış!
Şu gördüğün kocaman kütle yok mu? Dârü´t-Tıb.
- Demek: Bu medrese, Tıbbiyye Mektebi´ydi...
- Ayıp!
- Ayıp nedir?
- Bunu olsun görüp de bilmemeniz...
- Bakılsa öyle... Fakat "bilmeyin!" diyen yine siz!
- Tabâbetin o kadar muhteremdi mevki´i ki:
Birer tabîb-i fünûn-âşinâ çıkar, eski
Müderrisînimizin en güzîde efrâdı.
Yazıjk o nesl-i kerîmin vefâsız evlâdı,
Bırakmış öylece, hiç bakmamış müesseseye;
Neler görür neler insan girince medreseye!
Dolaşmak istiyerek daldığım olur ba´zı:
Adım başında asırlarca sa?yin enkâzı,
Takılmamak hani, kâbil değil ayaklarına!
Nazar nüfûz edecek olsa hangi bir yığına:
Ya bir müdekkikin esrâr-ı târumârı defin;
Ya bir müşerrihin âsârı saklı... Hem ne hazîn!
Çamurda saplı, geniş rahleler bütün mermer...
Demek: Muallimi teşrîhi vermemiş ezber;
Kitâb-ı na´,sı serip ta,slann uzunluğuna,
Açıp açıp okumuş karşısında bulduğuna.
Bugün, o rahlelerin kendi na´ş olup yatıyor;
Üzerlerinde bekârlar fasulye kaynatıyor!
- Vefâ´ya çıksa gerektir bu eğri büğrü sokak...
-Evet, Vefâ´ya iner.
- Gâlibâ epeyce uzak...
-Değil mi?
- Hiç de değil... Sen yoruldun anlaşılan!
- Unutmuşum, hani, yoktur da geldiğim çoktan.
- Sapınca, doğru Vefâ meydanındayız şimdi.
- Biraz tanır gibi oldum... Ya az mı geçtimdi!
-Al işte istediğin: Türbe, taş konak, karakol...
- Fakat bunun nesi meydan? Bu âdetâ bir yol...
Tuhaf değil mi ya?
- Vaktiyle belki meydandı...
Kapanmış olsa da gittikçe, kalmış eski adı.
- Epeyce kahve de var...
- Nerde yok ki? Her yerde!
Onunla millet-i merhûme uğramış derde!
Bekâsı var mı cihânın, düşünme âkıbeti!
Uzan şu peykeye: Buldun demektir âhireti!
Birinci def´a imiş binmiş ihtiyar kayığa;
Piyâde yağ gibi kaydıkça doğrulup açığa;
Işıldamış gözü, bir kav çakıp demiş; "Yâ Hay!
Ömür ömür bu ömür işte: Hem otur, hem kay!"
Şu peykeler de o tiryâkinin "ömür" dediği
Piyâdenin eşidir: Yan gelir misin... Ne iyi!
Hayat akıp gidecekmiş... Ne var kederlenecek?
Zaman zaman bu zaman... Durma bir nefes daha çek!
Safâna bak ki ya çıktın, ya çıkmadın yarına!
- Dönüp dönüp bakıyorsun... Ne geldi hâtırına?
- Şu karşılıklı binâlar düşündürür mü seni?
- Niçin düşündürecek önce söyle hikmetini...
- Şu sağ taraftaki?
- Mektep.
- Evet, bu cebhedeki?
- Bir eski medrese olmak gerek... Değil mi
- Peki.
- Peki nedir? Biraz îzâh edilse, çok eksik!
- Zavallı milleti vahdet-cüdâ eden "ikilik"
Sırıtmıyor mu? O pis dişleriyle karşında?
Nasıl tükürmesin insan şu hâle baksın da?
Yıkılmamış, ne kadar yıkmak istesek, îman;
Ayırmak istemişiz sonra dîni dünyâdan.
Ayırmışsız, ederek şer´i muttasıl ihmâl;
Asıl ikincisi olmuş, şu var ki, berzede-hâl!
Evet, bu sıska vücûdun yarın durur nefesi;
Fakat şu gördüğün "Ekmekçioğlu Medresesi"
Yaşar, demir gibi göğsüyle, belki on bin yaş...
Ya her kaburgası: Kurşunla bağlı yalçın taş!
Olaydı koskoca millette bir beyinli kafa;
"Vücûdu bir yana atmak, dimâğı. bir tarafa,
?Akıllı kân değil? der de böyle yapmazdı.
Ne oldu, sor bakalım? Milletin öz evlâdı,
Yabancıdan daha düşman kesildi birbirine!
- Sonunda kardeş olurlar tabîatiyle yine.
- Zaman bilir onu artık.
- Kemer gözüktü hele...
- Gözükmesin mi ya? Bir hayli kısmı geçti bile.
- Zavallı saklanıyor: Hâli görmek istemiyor!
- Kurûn-i mâziyemizden bakan şu "gözler"e sor:
O neydi, dağ gibi erler ki arza hâkimdi...
Nedir karıncalanan nesl-i müzmahil şimdi?
- Hakikat, öyle küçülmüş ki: "Yok!" de, geç artık...
- Asıl bu, yok gibi varlık değil mi maskaralık?
- "Gebermeliydi" mi dersin? Gebermişiz, ne çıkar?
Kolay değil o da... İnsanca ölmenin yolu var.
Cemâatin arasından "Kalırsa: El beğenir;
Ölürse: Yer beğenir" dört adam çıkarsa, getir!
Bırak da ölmeyi, anlat şu gördüğün kemeri;
Büyüklüğünde midir, nerdedir bunun hüneri?
- Gelince baktılar Osmanlılar ki memlekete,
Su yok. Su, halbuki gâyet mühimdi...
- Elbette.
- Düşündüler bunu nerden, nasıl getirmesini,
Sonunda öyle bir iş yaptılar ki: Pek fennî.
Tutulmuyor ya esâsen bugün de başka tarîk
Suyun isâlesi, tevzî´i, mutlaka tazyîk
İ´ânesiyle olur...
Henüz bilinmediğinden, o kuvvetin yerine,
Menâbi´in değişen râkımından istihsâl
Olunma bir sıkı tazyîk edilmiş isti´mal.
Bulunca en iyi tazyîkin en kolay yolunu;
Kaçırmamak için artık onun tefâzulunu,
Hemen şu âbideler başlanılmış i´lâya...
Fakat mahâret-i san´at bununla bitti mi ya?
Hayır:Görülmelidir ayrı ayrı maksemler:
Bakınca hayret edersin... Ne ince iş, ne hüner!
Hakîkaten şaşacak şey.. Ne vâkıfâne hesab!
Su öyle bir dağıtılmış ki: - Olmasaydı harab -
Alırdı hakkını her çeşme; damlanın kesri
Kadar tehallüfü hatta sezerdi "ölçü "leri.
- Şu karşımızda duran kubbe gâlibâ türbe...
- Ayol! Namaz geçiyor... Amma dalmışız lâfa be!
Bırak da türbeyi sen şimdicek biraz çabuk ol!
- Canım neden koşalım? Var ya vaktimiz bol bol...
Yetişmemiş bile olsak kazâsı mümkündür!
- Hayır yetişmeli, mâdem edâsı mümkündür!
- Demek.´ Sıvanmalı abdeste... Bâri bir çeşme
Olaydı...
- Çeşme mi?Al içte!
- Dur, fakat gitme!
- Senin uzun sürecek, anladım ki, abdestin;
Fotin çıkarması, bilmem ne... Çünkü yok mestin.
Bırak da ben gideyim, sonradan gelirsin sen...
Gecikme ha!
- Gelirim... Görmek isterim zâten. |
|