Menzil (TASAVVUF ADRESİNİZ) SiLSiLE - selman i farisi
   
TASAVVUF DİYARI
 





Ana Sayfa
Açıklamalarıyla 99 Esma
Hatim- mukabele
Çeşitli Dualar
Silsile
Tasavvuf Edebiyatı
Tasavvuf Yazıları 
Menkîbeler
İlahiler ve Kasideler
İslâmi Flash
İslami Haberler
İslâm Kütüphanesi
İslami Siteler- TOPLİST
İslami Soru ve Cevaplar
İslami Sözlük
İslami Videolar
Rüya Yorumları- Tabirleri
Kadın 

Popüler
Oyun
Bilgisayar önerilerimiz
ZİYARETÇİ DEFTERİ


AŞERE-İ MÜBEŞŞERE

>>1.Hz. Ebu Bekir
>>2.Hz. Ömer bin Hattab
>>3.Hz. Osman bin Affan
>>4.Hz. Ali Bin Ebu Talib
>>5.Talha bin Ubeydullah
>>6.Zübeyr bin Avvam
>>7.Sa'd bin Ebi Vakkâs
>>8.Abdurrahman bin Avf
>>9.Ebu Ubeyde bin el-Cerrah
>>10.Said bin Zeyd

ASHAB-I SUFFA

>>Bilal-i Habeşî{R.A.}
>>Selmân-ı Farisî{R.A.}
>>Enes bin Malik{R.A.}
>>Hâlid Ebâ Eyyubel-Ensâri{R.A.}
>>Abdullah bin Mesud{R.A.}
>>Huzeyfetul-Yemenî{R.A.}
>>Ebuzer-i Gıfarî{R.A.}
>>Ebuzer-i Gıfarî{R.A.}
>>Ammar bin Yâsir{R.A.}
>>Muaz Bin Cebel {R.A:}
>>Ebud-Derda{R.A.}
>>Ebu Musa el-Eş'ârî{R.A.}
>>Mikdad bin Esved{R.A.}
>>Halid bin Velid{R.A.}
>>Mus'ab bin Umeyr{R.A.}
>>Usame bin Zeyd{R.A.}
>>Erkam{R.A.}

 

 

Tasavvuf ve Tevbe 
Rabıta 
Tevessül ve Vesile 
Allah İle Kul Arasına Girmek 
Kutbul İrşad ve Tasarruf 
Ehl-ibeyt Kimdir 
Mürşide Teslimiyet Kölelik mi? 
Veliye Hürmetin Ölçüsü 
Kerameti İnkar Etmek 
Himmet 
İrşad nedir, Mürşid kimdir?


 

SELMÂN-I    FÂRİSÎ

[ R. A. ]

[ Vefatı: Miladi: 655 ]

" Ehl-i Beytten sayılan İranlı sahâbî "

" Silsile-i Nakşbendiyye-i Aliyye'nin Üçüncü Halkası "

Seçkin ve ünlü sahabilerden olan  Selmân-ı Fârisî  İran asıllı olup, İsfahan'ın Cayy köyünde doğmuştur. Bir başka rivayete göre de doğum yeri Râmehürmüz'dür. Doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selmân (r.a.)'ın müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahşan'dır. Müslüman olduktan sonra Selmân ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; 'Ben; Selmân b. İslam'ım' demiştir.

Selmân (r.a.)'ın babası Mecusiliğe aşırı bağlı olan bir köy ağası (Dihkan) olup büyük bir çiftliğe sahipti ve evinde bir ateşgede vardı. Ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiyle Selmân (r.a.) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selmân (r.a.), Mecusiliğin gerçek bir din olup olamayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüzden Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından yoksun bulunmaktaydı. Bir ara babası, işleri yoğunlaşınca onu tarlalardan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için her şeyden değerli olduğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selmân (r.a.), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibadet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hapsedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir bilgiye sahip değildi. Selmân (r.a.) tarlaya gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusilikten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen hıristiyanlar, dinleri hakkında onu bilgilendirmişler ve bu dinlerinin kaynağının Suriye de olduğunu söylemişlerdi. Selmân (r.a.), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar göndermişti. Eve dönen Selmân (r.a.), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, karşılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selmân (r.a.) babasına karşı çıkarak, hıristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti. Selmân (r.a.), kilisedeki Hıristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine haber vermelerini istedi. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriyeye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hıristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarfetmeyerek kendisi için biriktiriyordu. Bu rahib ölünce, Selmân (r.a.), onun yerine geçen rahibe tabi oldu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selmân (r.a.), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye edebileceğini sordu. Rahip ona, tabi olunabilecek tek kişiyi tanıdığını, onun da Musul'da bulunduğunu söyledi. Selmân (r.a.), Musul'a gidip, bu kimseye tabi oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulundukları itikadda hiç kimseyi tanımadığını, ancak, Nusaybin'de bulunan bir âlime tabi olabileceğini söyledi. Selmân (r.a.) doğruca Nusaybin'e gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet kaldıktan sonra, onun da ölüm döşeğine yattığını gören Selmân (r.a.), yine kime uyabileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında, Ammuriye'de bulunduğunu söyledi. O ölünce Selmân (r.a.), Ammuriye'ye gitti. Ammuriye'de bir müddet kaldıktan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi: 'Ancak bir peygamberin gelmesi yakındır. O, İbrâhim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun peygamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı başarabileceğine inanıyorsan bunu yap' (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443 ).

Selmân (r.a.), burada bir müddet kaldıktan sonra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat getirerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürmesini istedi. Selmân (r.a.)'ın teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına alarak Hicaz'a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse Selmân (r.a.)'a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da hurmalıkları gören Selmân (r.a.), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da bir müddet kaldıktan sonra, efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan bir kimse tarafından satın alınarak Medine'ye götürülen Selmân (r.a.), burayı görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı. Rasûlullah (s.a.s) Mekke'de peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle olarak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekli meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlullah (s.a.s) Kuba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selmân (r.a.), hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan Selmân (r.a.)'ın sahibine (Evs ve Hacrec'i kastederek);

'Allah Benu Kayle'ye lânet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar' dedi. Selmân (r.a.) şöyle demektedir: 'Ben kendi kendime; 'bu kesinlikle o peygamberdir' dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine düşeceğim korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; 'Ne diyor? Bu haber nedir?' diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve; 'Bundan sana ne! İşinin başına dön' diye bağırdı. Ben ona; 'Sadece duyduğum bu haberin ne olduğunu anlamak istemiştim' dedim. Akşam olunca Selmân (r.a.), biriktirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Kuba'da bulunmakta olan Rasûlullah (s.a.s)'in yanına gitti ve ona; 'Senin salih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm' dedi ve getirdiklerini Rasûlullah (s.a.s)'in yanına koydu. Rasûlullah (s.a.s), ashabına;

'Yiyin' dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selmân (r.a.), sadaka kabul etmediğini gördüğü zaman kendi kendine; 'Bu alametlerin biridir' dedi. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s) Medine'ye geçti. Selmân (r.a.) tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlullah (s.a.s)'in yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu. Bir zaman sonra Selmân (r.a.) tekrar Rasûlullah (s.a.s)'in yanına gitti. Rasûlullah (s.a.s) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlullah (s.a.s)'in etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlullah (s.a.s) ridasını kaldırdı. Selmân (r.a.), Rasûlullah (s.a.s)'in sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye'deki rahibin kendisine bahsettiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlullah (s.a.s) onu yanına oturtarak halini sordu. Selmân (r.a.), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlullah (s.a.s) ve orada bulunan sahabiler bunu hayretler içerisinde dinlemişlerdi (İbn İshak, es-Sîre, Neşr: M. Hamdullah, İstanbul 1981, 66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbnul-Esîr, Üsdül-Ğabe, II, 418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut (t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafız el-Hakemî, el-Kısasul-İslâmiye, (muhtemelen) Riyad 1976, I,187-189). Selmân (r.a.), Rasûlullah (s.a.s)'e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayı bilen bir tercüman aracılığıyla konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir (Diyarbekrî, a.g.e., I, 352).

Selmân (r.a.)'ın İsfahan'daki köyünde başlayan ve müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre el-Kindî'den naklettiği başka bir rivayette ise Selmân (r.a.)'ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, İslam'a ulaşan yolculuğu esnasında, hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği; yine buradan tavsiye üzerine Kudüse ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan ilim tahsil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket ettiği ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir kadına satıldığı nakledilmektedir (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd.).

İbnul-Hacer, Selmân (r.a.)'ın müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle farklılıklar arzettiğini, bunların arasını telif etmenin güç olduğunu söylemektedir (Askalanî, a.g.e., II, 62).

Selmân (r.a.), Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlullah (s.a.s) ona, efendisiyle mükâtebede bulunmasını söyledi. Selmân (r.a.), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üçyüz hurma fidanı temin edip dikmek ve kırk ukıye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s), Sahabilere: 'Kardeşinize yardım edin ' dedi. Sahabiler güçleri miktarınca fidan temin ederek üç yüz tane fidanı ona verdiler. Rasûlullah (s.a.s), ona: 'Selmân, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine koyayım'dedi. Selmân (r.a.), çukurların kazılma işini Sahabîlerin yardımıyla bitirdi. Rasûlullah (s.a.s), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı. Daha sonra, Rasûlullah (s.a.s) Selmân (r.a.)'ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukıye altını ödemesi için ona yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selmân (r.a.): 'Bu benim ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?' demekten kendini alamadı. Rasûlullah (s.a.s) ona, Ey Selmân! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır' dedi. Selmân (r.a.) şöyle demektedir: 'Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim'. Artık böylece Selmân (r.a.) hürriyetine kavuşmuş oluyordu (Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 419; onun azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469).

Selmân (r.a.)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlullah (s.a.s), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selmân (r.a.), Rasûlullah (s.a.s)'e, 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk' deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü (Taberi, Tarih, II, 566). Bu görüş Rasûlullah (s.a.s) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selmân (r.a.), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selmân (r.a.)'ı sahiplenerek, 'Selmân bizdendir' dediler. Bunun üzerine muhacirler; 'Hayır Selmân bizdendir' demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlullah (s.a.s); 'Selmân bizdendir. O ehl-i beytimdendir' diyerek onu ehl-i beytine dahil etmiştir (Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83).

Selmân (r.a.), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlullah (s.a.s) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hendeğin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.

Selmân (r.a.), Rasûlullah (s.a.s)'in yanından vefat edinceye kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın Halifeliği zamanında da Medine'de bulunmuştur.

Ömer (r.a.) devrinde İslâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selmân (r.a.) da bu orduya katıldı. Selmân (r.a.) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların İslâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı. İranlılar, Kadisi'ye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar. Sa'd b. Ebi Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabarmış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (r.a.)'in yanında Selmân (r.a.) bulunmaktaydı. Sa'd (r.a.), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ'ya isyan eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (r.a.)'a, Selmân (r.a.) şöyle demekteydi: 'İslâm yepyenidir. Allah, karaları nasıl müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır'. Gerçekten Selmân (r.a.)'ın dediği olmuş ve müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti (Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbnul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512). İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişlerine bakıyorlar ve kendi kendilerine; 'Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir' demekteydiler (Taberi, II, 514). İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selmân (r.a.)'dı. O, surun önüne geldiği zaman, İslamın emrettiği şekilde onları üç defa müslüman olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selmân (r.a.) onlara şöyle diyordu: 'Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dininiz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız' (Taberi, a.g.e., IV,14). Selmân (r.a.), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek için, 'Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor' diyerek (İbn Hanbel, V, 444) ikna etmeye çalışıyordu. Selmân (r.a.) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve böylece Kisra'nın muhteşem sarayı müslümanların eline geçmiş oldu (Taberi, a.g.e., IV). Daha önce Behuresirdekileri de o İslâm'a davet etmişti. Ancak buradakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi (Taberi, aynı yer).

Sa'd (r.a.) Medâin'de karargah kurmuştu. Ancak buranın havası, İslâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer (r.a.), Sa'd'a haber göndererek, müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için Selmân (r.a.) ile Huzeyfe (r.a.)'ı görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özellikle vurguladı. Bölgede araştırmalarda bulunan Selmân (r.a.) ve Huzeyfe (r.a.), sonunda Kufe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi (17/638) (Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbnul-Esir, el-Kamil fit-Tarih, II, 527-528). Selmân (r.a.) İran'ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol almıştır (Taberi, IV, 305; İbnul-Esir, el-Kâmil fit-Tarih, III, 132).

Selmân (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) döneminde Medâin valiliğinde bulunmuştur. Selmân (r.a.), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir (İbnul-İmad, Şezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a.)'ın hilafetinin sonlarına doğru, (35) veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylemektedir (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 421). İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a.)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selmân (r.a.)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selmân (r.a.)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir (İbn Hacer, a.g.e., II, 63).  İbn Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir.

Selmân (r.a.)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selmân-ı Pak (temiz Selmân) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

***

ZÜHD ve TAKVASI

Selmân-ı Fârisî  hanımı ile gâyet zâhidâne bir hayat sürdüler. Ashâb-ı Suffa içerisinde öne geçerek Rasûlullah aleyhisselâmın dilinden İslâm'ın inceliklerini en iyi öğrenenlerden ve -daha sonra öğretenlerden- oldu. Ashâb-ı Suffa içerisinde Rasûlullah aleyhisselâma en yakın olan Selmân-ı Fârisî kölelik ve fakirlik yıllarında çektiği sıkıntıları, Rasûlullah'ın dizi dibinde unuttu.

Selmân (r.a.), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlullah (s.a.s)'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (r.a.) şöyle demektedir:

'Bir çok geceler Selmân (r.a.) Rasûlullah (s.a.s) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasûlullah (s.a.s) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi' (İbnul-Esir, Üsdül-Ğabe, II, 420). Rasûlullah (s.a.s), Hendek savaşı esnasında O'nun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti.

Hz. Ali (r.a.) onun hakkında; 'Ona evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz' demiştir. Başka bir zaman da: 'O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir' demiştir. Muaz (r.a.) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selmân (r.a.)'ın da bulunduğu dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler Rasûlullah (s.a.s)'in söylediği; 'Selmân ilme doyuruldu' (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85). Sözüne dayandırılmaktadır. Selmân (r.a.), Ebu Derdâ' (r.a.)'ın gece boyu namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona; 'Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen namaz kıl, bazan ara ver' (bunları nafile olan ibadetleri için söylemiştir). Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlullah (s.a.s)'e ilettiği zaman o; 'Selmân senden daha âlimdir' dedi ve bunu üç kere tekrarladı (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85-86).

Hz. Ömer (r.a.), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (r.a.), duyduğu bir endişesini dile getirerek Selmân (r.a.)'a şöyle sormuştu: 'Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?'. Selmân (r.a.) ona şöyle karşılık verdi; 'Eğer sen müslümanların toprağından bir dirhemden az veya fazla bir para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun' (Taberi, a.g.e., IV, 211; İbnu'l-Esir, Tarih, III, 59).

Hz. Ömer (r.a.), fey gelirlerini taksim ederken, Selmân (r.a.)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, 'Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farslı ise dört bin dirhem alıyor' diyerek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: 'Selmân, Rasûlullah (s.a.s) ile Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa katılmıştır' diyerek cevapladılar (İbn Sa'd, IV, 86). Başka bir rivayette, Ömer (r.a.), Fey gelirlerinden müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı tesis ettiği zaman, Sahabiler için İslâm'daki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selmân (r.a.)'ı, Hasan (r.a.), Hüseyin (r.a.) ve Ebu Zer ile birlikte olmadıkları halde Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir (Taberi, a.g.e., III, 614).

Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: 'Cennet üç kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selmân' (Tirmizi, Menâkıb, 34).

Ashâbın büyüklerinden olan Selmân-ı Fârisî , gâyet az yerdi. Bir sofrada kendisine çok yemesi için ısrar edilince, Peygamber aleyhisselâmın kendisine, “İnsanların âhirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir” buyurduğunu haber verdi.

Selmân (r.a.), son derece mütevazi ve kanaatkar bir hayat yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son , derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezerdiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi. Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selmân'ı çağırarak yüklerini taşımasını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla birlikte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, 'Bu validir' dediklerinde adam; 'Seni tanımıyordum' diyerek özür diledi. Selmân (r.a.) ona, 'Hayır bunları evine kadar götüreceğim' diyerek yoluna devam etti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer).

Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanından geçerlerken, onu göstererek; 'Emiriniz budur' diyerek gülüyorlardı. Selmân (r.a.)'ın yanındaki adam ona, 'Ey Ebu Abdullah! Şunların ne dediğini görüyor musun?' dedi. Selmân (r.a.) ona şöyle dedi: 'Onları bırak. Hayır ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumdaki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur' (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88). Selmân (r.a.) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü (İbnul-Esîr, Üsdül-Ğâbe, II, 420).

O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte yerlerdi (İbn Sa'd, IV, 9).

655 senesinde Hz. Osman devrinde,  hastalandı. Bu hastalığı neticesinde Medâin'de ilerlemiş bir yaşta vefât etti.

Selmân (r.a.), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b. Mes'ud O'nu ağlarken buldular. Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: 'Rasûlullah (s.a.s) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti: 'Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun '.

Onun ilmi ve takvası diğer sahabileri de etkilemekteydi. Çok sâde bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî kendisini ziyârete gelen Ashâb nasîhat isteyince, onlara nasîhatte bulunuyordu. Kendisini  ziyarete giden Sa'd b. Ebi Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91).

Selmân-ı Fârisî , Peygamberimizden altmış civârında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ebû Hureyre O'ndan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivayetlerinden otuz kadarında Buhârî ve Müslim ittifak edip, kitaplarına almışlardır.

Selmân-ı Fârisî  (r.a.), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Medâin'de Bukeyre adında bir hanımı vardı (İbn Sa'd, IV, 92). Selmân (r.a.), Medine'deyken Hz. Ömer (r.a.)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs'ın bu konuda Selmân (r.a.)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir.

TASAVVUFÎ YÖNÜ

Sufiler, Selmân (r.a.)'ı Ashâb-ı Suffa ile birlikte tasavvufun kurucularından biri olarak kabul ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona dayandırılmaktadır. O, Rasûlullah (s.a.s)'in berberliğini yaptığı için Fütüvvet teşkilatına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi. Selmân (r.a.)'ın sahip olduğu şöhreti, bütün müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle anarlar.

İlim öğretmeyi çok sevdiğinden ashâb ve tabiinden birçok âlim yetiştirmiştir.

Tâbiînin büyüklerinden ve o zamanki Medîne'de Fukahâ-i Seb'a denilen, yedi büyük âlimden biri olan Silsile-i Nakşbendiyye-i Aliyye'nin dördüncü halkası  Hz. Ebu Bekr'in torunu Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî'nin yetiştirdiği alimlerden olup  sohbetlerinde tasavvufi kemâle ermiştir.
 

***

KENDİ İFADELERİ İLE  İSLAM'I BULMA ÖYKÜSÜ

Selmân-ı Fârisî , İslâm'ı  bulmasını  anlatıyor:

"Ben İran'ın, İsfahan şehrinin Cayy köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazimiz ve malımız çoktu. Babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için benim üzerime titrerdi. Evden çıkmama izin vermezdi.

Babam Mecûsî (ateşperest) olduğu için, Mecûsîliği de bana, evde, tam olarak öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar, biz ona tapar, secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için, beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki:

- Yavrum, ben öldüğüm zaman, bu malların sâhibi sen olacaksın. Onun için, git, mallarını ve arazilerini tanı!

Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde, bir Hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini işittim. Gidip baktım ki, içerde ibâdet ediyorlar. Ben, daha önce öyle bir şey görmediğim için, çok hayret ettim. Zîrâ bizlerin ibâdeti bir miktar ateş yakıp, ona secde etmekti.

Fakat onlar, görünmeyen bir Allah'a ibâdet ediyorlardı. Kendi kendime, “Vallahi bunların dîni haktır ve bizimkisi bâtıldır” dedim. Onun için akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza da gitmedim, akşam oldu. Kilisedekilere dedim ki:

- Bu dînin aslı, merkezi nerededir?

- Bu dînin aslı, merkezi Şam'dadır.

- Peki, ben de Şam'a gitsem, beni de bu dîne kabûl ederler mi?

- Evet kabûl ederler.

- Sizlerden yakında Şam'a gidecek kimseler var mıdır?

- Bir müddet sonra bir kervanımız Şam'a gidecektir.

(İsfahan'daki bu Hıristiyanlar, İsfahan'a Şam'dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)

Ben bunlarla meşgul olurken, vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar, bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam dedi ki:

- Bu zamana kadar nerede kaldın? Seni aramadığımız yer kalmadı.

- Babacığım, ben bugün tarlaları dolaşmak için yola çıktım, fakat yolda karşıma bir Nasrânî kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim. Baktım ki; görmedikleri ve herşeye Hâkim ve Kâdir olan Bir Allah'a îmân ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki, onların dîni haktır.

- Yavrum, yanlış düşünüyorsun. Senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma!

- Hayır babacığım, onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.

Babam bu sözüme çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan başlayıp eve hapsetti.

Babam beni, “Nasrânîlik haktır” dediğim için, elimi, ayağımı bağlamış ve eve hapsetmişti. Ben daha önce kilisedeki Hıristiyan rahiplere; bu dînin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da şam'da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde hapis iken, devamlı şam'a gidecek olan kervanı beklerdim.

Nihâyet Hıristiyan rahipler, Şam'a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca, iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu yere gittim. Kervandakilere, buralarda duramayacağımı söyleyerek, o kervanla şam'a gittim.

Şam'da Hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi ta'rif ettiler. Onun yanına giderek, durumu anlattım. Onun yanında kalmak istediğimi, ona hizmet edeceğimi söyleyip, ondan, bana Nasrânîliği öğretmesini, Allahü teâlâyı tanıtmasını rica ettim. O da kabûl etti.

Fakat sonradan, onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü Hıristiyanların fakirlere vermesi için getirdikleri altın ve gümüş sadakaları, kendine alır, fakirlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirmişti. Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi.

Bir müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defnetmek için toplandılar. Onlara dedim ki:

- Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz? O hürmete lâyık bir insan değildir.

- Sen bunu nereden çıkarıyorsun?

Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için, onlara gösterdim.

Nasrânîler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defin ve techîze lâyık bir kimse değildir” dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar.

Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim, zâhid bir kimse idi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve onunla ibâdet ederdim. Vefât zamany geldi ve ona sordum:

- Ey benim efendim, uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü siz, dînin emirlerine itâat ediyorsunuz ve men ettiklerinden kaçıyorsunuz. Siz vefât ettiğiniz zaman, ben ne yapayım? Bana ne tavsiye edersiniz?

- Oğlum, Şam'da insanları ıslâh edecek bir kimse yoktur. Kime gitsen seni ifsâd ederler. Fakat Musul'da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim.

Ben de “Peki efendim” dedim ve o zât vefât edince, Şam'dan Musul'a gittim. Onun ta'rif ettiği zâtı bulup, başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabûl etti.

O da diğer zât gibi çok kıymetli, zâhid, âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı, aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin'de bir zâtı tavsiye etti.

Musul'da hizmet ettiğim zât da vefât ettikten sonra derhal Nusaybin'e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup, yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabûl etti ve bir müddet de onun hizmetinde bulundum. Bu zâta da vefât etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye'deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi ta'rif etti.

Vefâtından sonra da oraya gittim. Ta'rif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da onun yanında kaldım. Artık onun da vefâtı yaklaşmıştı. Ona da beni birine havâle etmesini ricâ edince, dedi ki:

- Vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O, Araplar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır: Hediyeyi kabûl eder, sadakayı kabûl etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır...

Böylece alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum bu zât da vefât edince, onun tavsiyesi üzerine, Arap diyârına gitmeye hazırlandım. Amuriye'de çalışıp, birkaç öküz ile bir miktar koyun sâhibi olmuştum. Benî Kelb kabîlesinden bir kâfile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki:

- Bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilâyetine götürün. Kabûl edip beni kâfilelerine aldılar. Vâdiyül Kurâ denilen yere gelince, bana ihânet edip, “Köledir” diyerek beni bir Yahûdîye sattılar.

Yahûdînin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. “Âhir zaman Peygamberinin hicret edeceği yer, herhalde burasıdır” diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet Yahûdînin hizmetinde kaldım.

Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medîne'ye getirdi. Medîne'ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim. Hemen ısındım. Artık günlerim Medîne'de geçiyor, beni satın alan Yahûdînin bağında, bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.

Bir gün beni satın alan Yahûdînin bahçesinde, bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sâhibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara o kimse dedi ki:

- Mekke'den bir kimse geldi. Allah'ın nebisi  olduğunu söylüyor.

Ben bu sözleri işitince, kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, o şahsa dedim ki:

- Ne diyorsun?

Sâhibim bana bir tokat vurdu ve dedi ki:

- Senin nene lâzım ki soruyorsun, sen işine bak!

Âhir zaman Peygamberinin geldiğini işittiğim gün, akşam olunca, bir miktar hurma alıp, hemen Kubâ'ya vardım. Rasûlullah'ın yanına girip dedim ki:

- Sen sâlih bir kimsesin, yanında fakirler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim.

Rasûlullah, yanında bulunan Ashâba buyurdu ki

- Geliniz, hurma yiyiniz!

Onlar da yediler. Kendisi aslâ yemedi. Kendi kendime, “İşte, birinci alâmet budur. Sadaka kabûl etmiyor” dedim.

Bu hurmalar hediyedir

Eve döndüm. Bir miktar hurma daha aldım ve Rasûlullah'a getirip dedim ki:

- Bu hurmalar hediyedir.

Bu defa yanındaki Ashâbı ile birlikte yediler. Kendi kendime, “İşte, ikinci âlamet budur” dedim.

Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Hâlbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Rasûlullah'ın mu'cizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime, “Bir âlameti daha gördüm” dedim.

Rasûlullah'ın yanına ikinci defa varışımda, bir cenâze defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim murâdımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca, Nübüvvet mührünü görür görmez, varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i Şehâdeti söyleyerek müslüman oldum."

***

Rasûlullah efendimize, uzun yıllardan beri başından geçen hâdiseleri bir bir anlattı. Hâline taaccüb edip, yaşadıklarını Ashâba da anlatmasını emir buyurdu. Ashâb toplandı, O da  başımdan geçenleri anlattı.

***

Selmân-ı Fârisî  îmân ettiği zaman, Arabca bilmediği için tercüman istemişti. Gelen Yahûdî tercüman, Selmân-ı Fârisî'nin Peygamberimizi övmesini tersine bir anlam ile aktarıyordu. Rivayet olunduğuna göre bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm gelip, Selmân'ın sözlerini doğru olarak Rasûlullah'a bildirdi. Durumu Yahûdî de anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

***

KÖLELİKTEN KURTULUŞU

Selmân-ı Fârisî , Müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Yâ Selmân! Kendini kölelikten kurtar!

Bunun üzerine, sâhibine gidip, azâd olmak istediğini söyledi.

Yahûdî, hurma verecek duruma gelmiş üçyüz fidan getirmesi ve kırk ukiye altın (o zamanki ölçüye göre belli bir miktar altın) vermesi şartıyla kabûl etti.

Bunu Rasûlullah'a haber verdi. Rasûlullah Ashâbına buyurdu ki:

- Kardeşinize yardım ediniz!

Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Rasûlullah efendimiz, “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber veriniz” buyurdu. Çukurları hazırlayıp haber verince, Rasûlullah efendimiz teşrif edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hz. Ömer dikmişti. Hz. Ömer'in diktii hariç, hepsi, Allah'ın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi.

Selmân-ı Fârisî anlatır: “Bir gün bir zât beni arıyor ve, “Efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle Selmân-ı Fârisî nerededir?” diye soruyordu.

Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını bana verdi. Ben de Peygamber efendimize gittim ve durumu arzettim.

Rasûlullah efendimiz bana, “Bu altını al, borcunu öde!” buyurdu. Bunun üzerine ben, “Yâ Rasûlallah, bu altın Yahûdînin istediği ağırlıkta değil” diye arzettim. Rasûlullah efendimiz, o altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü ve sonra buyurdu ki:

- Al bunu! Allah'ın izniyle bu senin borcunu edâ eder.

Daha sonra, Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da sâhibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum.” Bundan sonra azâd olan Selmân-ı Fârisî , Ashâb-ı-i Suffa arasına katıldı.

***

Çok ağlamasının sebebini sorduklarında buyurdu ki:

- Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi, Rasûl aleyhisselâmın vefâtı. Bu ayrılığa dayanamadım ve durmadan ağlıyorum. İkincisi, kabirden kalktığım zaman, hâlim ne olur bilmediğim için ağlıyorum. Üçüncüsü, Allah beni hesaba çektiği zaman, Cennetlik miyim, Cehennemlik miyim bilemiyorum. O zaman hâlim ne olur bilemiyorum, onun için ağlıyorum.

***

HENDEK

Uzak diyarlardan geldiği için, Ashâbdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Hz. Ebûd-Derdâ ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibaren bütün gazâlara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medîne üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı, nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişâre ediliyordu. Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta, Selmân-ı Fârisî , Rasûlullah'a hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. Onun bu teklifi kabûl edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek savaşı denildi.

Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yemân, Nu'mân bin Mukarrin ile Ensârdan altı kişinin bulunduğu bir grupla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mâhir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah  buyurmuştur ki: "-Selmân'ın kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri, vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm."

Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî'ye Peygamberimiz “Selmân-ül hayr (hayırlı Selmân)” buyurdu.

***

Hz. Ebû Bekir devrinde Medîne'den ve tasavvufi terbiyesine girdiği Hz. Ebû Bekir'in sohbetinden bir an ayrılmayan Hz. Selmân-ı Fârisî, anayurdu olan İran hakkında bilgi sâhibi bir kişi  olarak Hz. Ömer zamanında İran fethine katılmıştır. İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu İran, Azerbaycan ve Dağıstan seferlerinde, Selmân-ı Fârisî'nin çok büyük hizmetleri olmuştur. İranlılar, savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hz. Selmân fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi. İranlıları kendi lisanlarıyla dîne da'vet etmiş ve onlara İslâm'ı anlatmıştır.

MEDÂİN VALİSİ SELMÂN

İran'ın Medâin şehri alınınca, Hz. Ömer, O'nu şehre vâli tayin etti. İlmi, basireti, vazifesindeki adâleti ve nezâketi ile gönül ehli bir mürşid olarak Medâin halkı tarafından kısa sürede çok sevilip sayıldı. İslâm'ı hızla büyük kitlelere yaydı.

Selmân-ı Fârisî , Hz. Ömer zamanında Medâin vâlisi iken, maaşını aldığında, ondan hiçbir şey harcamaz, hepsini fakirlere dağıtırdı. Kendi el emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar, üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir, bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyleri alırdı.

Medâyin'de vâli iken, Şam'dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı Fârisî'yi tek bir hırka ile görünce, işçi zannetti ve dedi ki:

- Gel şunu taşı!

Hz. Selmân çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Hz. Selmân'ı tanıyanlar, adama dediler ki:

- Sen ne yapıyorsun, bu vâlidir. Adam, Hz. Selmân'a dönüp özür diledi:

- Kusûrumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı sırtınızdan indirin.

- Hayır, niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim.

Çuvalı adamın evine kadar götürdü. Hz. Selmân böylesine de tevâzu sâhibi idi.

***

Çok cömert olan Selmân-ı Fârisî , günlük gelirinin çoğunu dağıtırdı ve el emeği ile geçinirdi. Fakirleri dâimâ doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi çok ihtiyar olduğu hâlde, kendi işini kendi görürdü. Birşey taşırken elleri titredi. Halk etrafına toplanır, “Eşyalarını biz taşıyalım” deyince, onlara, “Hayır ben kendim götüreceğim” derdi. Hâlbuki emrinde çok kişi vardı.

Yaşlı hâline rağmen, her zaman ilim öğrenirdi. Bunun sebebini sorduklarında buyurdu ki: "- İlim çoktur, fakat ömür kısadır. O hâlde önce dinde zarûrî lâzım olan ilimleri öğren! Kalb ile bedenin hâli, kör ve topal bir kimsenin hâli gibidir. Kör bir ağacın altına gider, fakat onda meyve olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi görür fakat alamaz. İlâhî ni'metleri kalb bilmeli, inanmalı, beden de onunla âmil olmalı ki, âhiretteki sonsuz ni'metlere kavuşmak nasip olsun."

***

Selmân-ı Fârisî  birgün bir deve yükü azık satın aldı. Bir kimse onu gördü ve sordu: "- Yâ Selmân, bu kadar azıkı ne yapacaksın? Bunu bitirecek kadar ömrün olduğunu biliyor musun?"

Selmân  buyurdu ki: "- Nefs nafakasını aldığı zaman, insan rahat olur. Ondan sonra, nafaka ve başka birşey düşünmeden, Allah'ın zikri ile meşgûl olabilir. İnsan nafakası tamam olunca, vesveselerden emin olur."

***

Selmân-ı Fârisî , arkasından bir kimsenin yürüdüğünü gördüğü zaman, “Bu hâl, sizin için hayırlı, fakat benim için fenadır” buyurur, hiç kimsenin, arkasından yürümesini istemezdi.

***

Ebû Vâil diyor ki:

“Bir arkadaşımla Selmân'ın ziyâretine gittim. Bize bir miktar arpa ekmeği ile biraz da tuz getirdi. Arkadaşım dedi ki: "- Şu tuzun yanında biraz da sağter (kekik gibi bir ot) olsaydı."

Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî , matarasını rehin vererek o otu aldı, geldi. Yemeği bitirince arkadaşım dedi ki:  "- Bize verdiği ni'mete kanâat ettiğimiz için Allah'a hamdederiz."

Selmân  buyurdu ki:  "- Eğer kanâat etseydin, benim matara rehin olmazdı.”

***

Selmân-ı FÂRİSΠ HAKKINDAKİ  BATIL  İNANIŞLAR:

Ehl-i beytten sayılması, Selmân (r.a.)'a Şiilerin  karşı özel bir ilgi göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbela'dan sonra kabrini ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan hadislerin çoğunu O'na isnad ederler. Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî südur sırasında Ali (r.a.)'den hemen sonra yer alır.

Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriliğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali'yi, mim Muhammed (s.a.s)'i, sin ise Selmân'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Selmân'dır. Buna göre o Nusayrî teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had'dır.

Durzîler ise, Kur'an'ın Selmân'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı O'ndan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde diğer bir kaç sahabi ile birlikte Selmân (r.a.)'ı temel unsur olarak kullanmışlar ve O'na çeşitli fonksiyonlar yüklemişlerdir.


   
©Copyright-007-021 ▓®▓ ŝĪĮЅї╚ξ 22 ziyaretçi (40 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol