Ahde Vefa - Emanet |
Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlâdan, O´nun rızâsından başka bir şey istemeyeceğim diye söz ver- miş ve ahdine kırk yıl sâdık kalmıştı. Evli bir kızı vardı. Bu kızı hastalanmıştı. Doktorlar tedâvisinden âciz kalmışlardı. Bir gece dâmâdı hanımına; "Sendeki bu derdin devâsı babandadır." dedi. Hanımı; "Nasıl?" diye sordu. "Baban kırk yıldır Allahü teâlâya rızâsından başka bir şey istemeyeceğine dâir söz vermiştir. Şâyet ahdini bozup duâ edecek o- lursa, Hak teâlâ sana şifâ verir." dedi. Kadın gece yarısı babasının yolunu tuttu.
İbn-i Nüceyd hazretleri gece vakti kızını görünce; "Yavrum! Bu va- kitte senin buraya gelmene sebep nedir?" dedi. Kızı; "Senin gibi bir babam var. Allah´ın dînindeki hüznün fazîletini senden dinleyeyim diye geldim. Ayrıca yaşamak ve Allahü teâlâyı zikretmek istiyorum. Hak teâlânın hastalığıma şifâ vermesi için duâ etmeni arzû ediyorum." dedi. İbn-i Nüceyd hazretleri; "Ahdi bozmak câiz değildir. Sen eğer bugün ölmezsen, yarın öleceksin. Ölecek olanın ölmesi iyidir. Babasının ciğerpâresi buradan uzaklaş, beni günaha sokma. Şâyet senin için ahdimi bozarsam, sen iyi bir evlâd olmazsın." dedi. Kızı; "O halde vedâlaşalım, zîrâ bana öyle geliyor ki, ecelim yakındır. Bu hastalıktan kurtulamayacağım." dedi. İbn-i Nüceyd buyurdu ki: "Gelir cenâze namazını kılarım." Bunun üzerine kızı babasına vedâ edip ayrıldı. Evine varıncaya kadar hastalığı iyileşip sıhhatine kavuştu. Hattâ babasının vefâtından sonra kırk sene daha yaşadı.
Endülüs?te ve Mısır?da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mez- hebi fıkıh âlimi Ebü?l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâ ve bağlılık husûsunda buyurdular ki: "Allahü teâlâ, Âdemoğlunun bedenini üç kısım yaptı. İnsanın lisanı (dili) bir kısım, uzuvları, âzâları bir kısım, kalbi de bir kısımdır. Allahü teâlâ bu kısımlardan her birine bâzı şeyler emredip, bu emirlere uymalarını, vefâ göstermelerini istedi. Kalbin vefâ- sı, Allahü teâlânın tekeffül ettiği, üzerine aldığı rızık için üzülmemesi, endişelenmemesi, kendisinde; hîle, düzen, oyun, hased gibi kötü düşün- celerin bulunmamasıdır. Lisânın (dilin) vefâsı, gıybet etmemesi, yalan söylememesi, dünyâsına ve âhiretine yaramayan faydasız ve boş sözler söylememesi, böyle sözlerle vakit geçirmemesidir. Âzâların vefâsı, Âdemoğlunun âzâ ile hiçbir zaman herhangi bir günâha koşmaması ve o âzâlar ile hiçbir kimseye eziyet vermemesidir."
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ, her uzva vefâyı lâzım kıldı. Kalbin ve- fâsı; dünyâ ile meşgûl olmaması, hîle ve hased yapmamasıdır. Dilin ve- fâsı; gıybet etmemesi, yalan söylememesi, lüzumsuz boş şeyler konuş- mamasıdır. Âzâların vefâsı; günah olan yerlere gitmemesi, müslüman kardeşine eziyet etmemesidir."
İstanbul´u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen Hacı Bayram-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hacı Bayram-ı Velî´nin türbesine getirdi. Türbeyi zi- yâret edip; "Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet e- decek bir kimse bulamadım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir alırım. Şâyet dönemezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat etti. Sonra çekme- cecyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı.
Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî´ye geldi. Ziyâretini yaptıktan sonra, çekmeceyi koy- duğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı. Orada türbeyi bekleyen türbedâra; "Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum." dedi. Türbedâr; "Tabi, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim." Genç, çekmecenin yanına gelip, Hacı Bayram-ı Velî´ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü.
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Hanım, çocuklar, mal ve mülk, Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini istediği zaman alır.
Mâlikî mezhebinde, fıkıh ve kelâm ilimlerinde mütehassıs olan büyük âlimlerinden, velî Şerîf Tlemsânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) emânete çok riâyet ederdi. Bir defâsında Kusantine kâdısı Hasan bin Bâdis, bir kese altını Ebû Abdullah´a emânet bırakmıştı. O da evine koydu. Sâhibi is- teyince, keseyi vermek üzere gelip evden aldı. Kesenin üstünde "Yüz altın" diye bir yazı bulunuyordu. Kesedeki altınlara bir ziyân olmuş mudur? düşüncesiyle, keseyi açtı. Saydığında, yetmiş beş tâne olduğunu gördü. Eksilmiş diyerek, gidip kendi altınlarından yirmi beş tâne ilâve etti. Keseyi sâhibine teslim etti. Bir-iki gün sonra altın sâhibi olan kâdı, tekrar Ebû Abdullah´a gelip; "Kesede yetmiş beş altın olması lâzım gelirken, yüz altın çıktı, hikmeti nedir?" diye sorduğunda, o da; "Keseyi senden aldığımda, içindekileri saymamıştım. Sana verirken, kesenin üstündeki yazıyı görünce saydım. Eksik geldiğini görünce, yirmi beş altın koyarak yüze tamamladım. Bu yirmi beş altını kaybettiğimi zannetmiştim" dedi. Bunları işiten Kâdı Hasan´ın gözleri yaşardı ve böyle insanların yeryüzünde olmasından dolayı Allahü teâlâya şükretti.
Tâbiînden, meşhûr hadîs âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok defâ kendi kendine; ?Keşke ilmi yalnız kendin için öğrenseydin. Çünkü insanlardaki emânet duygusu kalktı. Bilgi ile amel yok oldu? derdi.
Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, Nişâbûrlu bir tüccârın, bin altına satın aldığı çok güzel bir câriyesi vardı. Bu tüccârın acele olarak başka bir şehre gitmesi icâb etti. Câriyeyi güvendiği bir kimsenin evine emânet bırakıp gitti. Ev sâhibi, bir aralık câriyeyi gördü. Kendisine âşık oldu. Hemen Ebû Hafs Haddâd?ın yanına gidip hâlini anlattı ve; ?Ben ne yapayım?? dedi. O da; ?Senin, Rey şehrinde bulunan Yûsuf bin Hüseyin?in yanına gitmen lâzımdır.? buyurdu. O kimse hemen yola çıkıp Irak?ta bulunan Rey şehrine geldi. Yûsuf bin Hüseyin?in yerini sordu. Sorduğu kimseler, uygunsuz sözler söyleyip, yanına gitmesine mâni oldular. Hattâ çok ileri gidip, öyle şeyler söylediler ki, gelen kimse bunlara aldanıp, geldiğine pişman oldu ve geri döndü. Ebû Hafs?ın yanına geldiğinde, ?Niçin onu görmeden geri geldin?? buyurdu. O da; ?Onun için şöyle şöyle söylediler. Ben de yanına gitmekten vaz geçip geri döndüm.? dedi. Ebû Hafs; ?Sen tekrar git ve kendisini gör.? buyurdu. O kimse tekrar dönüp Rey şehrine geldi. Yûsuf bin Hüseyin?in bulunduğu yeri sordu. Bu sefer, önceki söylediklerini daha fazlasıyla söylediler. Fakat ısrâr edince evini gösterdiler. İzin alıp içeri girdiğinde gördü ki, yaşlı bir zât oturmuş, karşısında bir genç, önünde bir sürâhi ve kâse bulunuyor. Gelen kimse selâm verip oturdu. Yûsuf bin Hüseyin, yüzünden nûr akan çok sevimli bir zât olup öyle güzel şeyler anlatıyor, öyle tatlı konuşuyordu ki, gelen kimse hayretler içinde kaldı. ?Efendim. Lütfen söyleyiniz. Bu nûrânî yüz, bu tatlı sözler, şu sürâhi ve kâse ve dışarıdakilerin söyledikleri ne demek oluyor?? dedi. Yûsuf er-Râzî; ?Şu gördüğün genç, benim oğlumdur. Kendisine Kur?ân-ı kerîm okutuyorum. Şarap kabı gibi zannedilen şu kırmızı sürâhi içinde su var. Bu bardakla, gelenlere su ikrâm ediyorum. Su testisi bulunmadığı için, bunu kullanıyorum.? buyurdu. Gelen kimse; ?Peki, böyle hareket edip, insanların hakkınızda uygunsuz sözler söylemelerine imkân vermenize sebep nedir?? diye sorunca; ?İnsanlar bana güvenmesinler ve bir şey emânet etmesinler diye.? buyurdu. Gelen kimse onun ayaklarına kapanıp af diledi.
Mısır?da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: ?Zavallı insan, kendi Rabbini bırakıp nereye gider. Ey kardeşim dikkat et! İnsan hangi husûsiyeti ile meleklerin mescûdû (kendisine doğru secde edileni) olmuştur. Bu üstünlüğü yemesi sebebinden olsa, buna ondan önce deve lâyıktır. Çünkü bir deve, elli insanın yediğini yer. Şehvet kuvveti sebebiyle olsa, buna eşek daha uygundur. Çünkü ondaki şehvet kuvveti yanında, insanınki ne kalır. Belki serçenin şehvet kuvveti bile insanınkinin birçok katıdır. Gadab ve kızgınlık sebebi ile ise, aslan buna daha lâyıktır. Görmek kuvveti sebebi ile olsa, buna akbaba daha uygundur. Akıl kuvveti sebebi ile ise, buna melekler daha uygundur. Çünkü insanın aklı, meleklerin aklının yanında çok az kalır. Eğer insanları doğru yoldan çıkarmak, kandırmak, aldatmak sebebiyle ise, şeytan buna daha lâyıktır. Görülüyor ki, insana mahsus olan özellikler ve meleklerin mescûdû husûsiyeti, ondaki muhabbet cevheri ve aşk ateşidir. Bu, insanoğlundan başka hiçbir canlıya verilmemiş tir.?
Yûsuf adında gezgin bir zât, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin İsm-i âza- mı bildiğini öğrenince, Mısır?a gitti. Huzûruna varınca, önceleri iltifat gör- medi. Sonra huzûra kabûl edildi ve Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bir sene hizmet etti. Bir gün ona; ?Ey üstâd, sana bir sene hizmet ettim, artık hak- kımı vermen gerekir. Senin İsm-i âzamı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emânet edeceğin bir başka kimse olmayacağını bilirsin.? dedi. Sükût etti. Ona cevap vermedi. Altı ay sonra bir tabağa konmuş ve bir mendile sarılmış bir şey çıkardı. Ona; ?Fustat?ta bulunan falan dostumuzu bilirsin değil mi?? diye sorunca; ?Evet.? dedi. Zünnûn hazretleri ona; ?İşte bunu ona götür.? dedi. O da sarılı tabağı aldı, giderken; ?Zünnûn-i Mısrî gibi bir zât hediye gönderiyor. Acabâ nedir, ne kadar kıymetlidir?? diye düşündü. Merakını yenemeyerek tabağı açtı. İçinden bir fare fırladı ve kaçıp kayboldu. Bu duruma kızarak, Zünnûn-i Mısrî´nin yanına geldi. Zünnûn-i Mısrî ona; ?Biz seni denedik. Sana bir fâre emânet ettik, ona hıyânet ettin. Hiç sana İsm-i âzamı güvenip teslim edebilir miyim?? dedi. |
|