Mümin, çalışıp kazanır. Kazandıklarından da Allah için ihtiyaç sahiplerine verir, yani infak eder. Müminin kazanması gözü doymamış bir harislikten değildir. O, hırs tuzağına yakalanmaz. Çünkü bilir ki sahip yalnızca Allah’tır. Kendisini sahip sanmak yolunu şaşırmaktır ve o böyle şaşıranlardan olmaz.
İnsanın var oluş sancısı, göğe ait olma ile yere ait olma arasındaki gerilimden kaynaklanmaktadır. Bizler dünyaya ait varlıklar mıyız, yoksa çürüyecek olan bedenimizi dünyada bırakıp ruhumuzla göğe doğru mu yükseleceğiz?
Yerle Gök Arasında
Bu satırları okuyan bizler, hayatımızı bir beden içerisinde sürdürdüğümüz için duyu organlarımızın verilerine, kalp ve beynimizin faaliyetlerine muhtacız. Bu durum bizi zorunlu olarak yere bağlı kılarken, diğer yandan ruhunda cennet hatıralarını hisseden ve tekrar orasını arzu eden manevi yapımız ise göğe doğru miraca çıkmak istemektedir.
“Kâfir yolculuğundan bir fayda görmez, ondan dolayı da bütün meyli toprağadır.
Adamın yüzünü geriye çevirmesi, hırstan tamahtandır; yüzünü yola çevirmesi, doğruluktan niyazdan.
Ruhunun meyli yüceliklere ise yücelir durursun, varacağın yer de orasıdır.” (Mesnevi, 1810. beyit)
İnanan insanlar olarak tam bir teslimiyet içerisinde hakikate doğru yükselmeye karar verecek iken, diğer yönümüz devreye girmekte ve sonuçta varlığımız bu iki zıt kutup arasında gerilmektedir. Gaflete dalmış bir müminin ezan sesini duyduğunda yaşayabileceği mahcubiyeti düşününüz. Veya günlük meşguliyetlerin ardında koştururken ezanın ilâhi nağmelerini bile duyamamış bir müslümanın namazı kaçırmamak için hüzünlü telaşını düşününüz.
Dünyada var olan her şeyin yok olacağını, ömrümüzün yüz binlerce yıllık insanlık tarihine nazaran çok kısa olduğunu bile bile dünyadaki pek çok şeye sahip olmak için ifrat derecesinde parayı arzu ederken, ceplerimizi doldurmak için açgözlülükle tamahkârlık yaparken maneviyattan uzaklaşabilen, hatta çevremizdekilerin kalplerini bile kırabilen bizler sadece bir kefene sarılı olarak bu dünyaya veda etmeyecek miyiz?
Orada Ne Var?
Behlül Dânâ Hazretleri, Halife Harun Reşid’e şu şekilde nasihat etmiştir:
Bir gün halifeye:
– Ey Harun Reşid! Yer içinde, yer üzerinde ve göklerde çok olan nedir, diye sordu. Harun Reşid:
– Bunu bilmeyecek ne var? Yer içinde ölüler, yer üzerinde hayvanlar ve bitkiler, gökte ise meleklerdir, dedi.
Behlül Hazretleri, “Değil!” buyurdu. Halife, “Nedir?” diye sorunca Behlül Dânâ:
– Ey Halife! Yer içinde çok olan ölülerin pişmanlıkları, yer üzerinde insanların hırs ve tamahı, gökte ise adil hükümdarların sevaplarıdır, buyurdu. Bu sözler üzerine Harun Reşid ağlamaya başladı.
Dünyadaki bu misafirliğimize rağmen, açgözlü insan, dünyaya olan rağbetinden dolayı, aşağıdaki ayette de buyrulduğu gibi daha çok yaşamak ister. Aslında bu talebinin altında yaklaşmakta olan hak ettiği azabından kaçış düşüncesi vardır:
“Doğrusu, onların (Yahudilerin) hayata diğer insanlardan, hatta müşriklerden daha düşkün (daha hırslı) olduklarını görürsün. Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister. Oysa uzun ömürlü olması onu azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yaptıklarını görür.” (Bakara, 9)
“Bir tamahkâr, yukarıdan aşağı kusur dolu bir zenginde ayıp görmez. Çünkü ondan bir şey koparmaya tamah etmiştir. Tamah işte böyle bütün gönülleri kaplar.” (Mesnevî, 2355. beyit)
Belki bazen tamahkârlığımızı gizliyor veya ona çeşitli kılıflar bulabiliyoruz. İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, şeytan, riyayı ihlâs olarak ve tamahı da tersi olarak göstererek insanı aldatmaya çalışır. Şeytan köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir.
Mala olan düşkünlüğümüzü belki bazen gençliğimize de yorabiliriz; yani yaşayacak yıllarımız var ve bugünkü şartlarda ihtiyacımız olanları temin etmeye çalışıyoruz diyebiliriz. Peki, yaşımız ilerledikçe mala olan ilgimiz azalıyor mu?
“Ademoğlu yaşlanır, fakat ondaki iki şey gençleşir: Mal üzerine hırs, ömür üzerine hırs…” (İbn Mâce, Zühd, 27) şeklindeki hadis-i şerif, tamahkârlığın istikbal endişesiyle bir ilgisi olmadığını bizlere gösteriyor.
Peygamber s.a.v. Efendimiz’in ümmetini zararlarına karşı uyardığı en önemli konuların başında daha çok mala sahip olma hırsı gelmektedir. Çünkü O bilmektedir ki, yeryüzü zamanla daha zenginleşecek, mal çeşitliliği artacak, gelişecek teknolojiyle insanoğlu hayatını kolaylaştıracak ama bütün bu gelişmeler nefsini terbiye edemeyen, sahip olduğu mallarını vazgeçilemez gören kalbi fakir insanlar açısından fitne olabilecektir: “Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi ise maldadır.” (Tirmizî)
İman ve İnfak
Tamahkârlığımızı tetikleyen başlıca sebeplerden birinin muhtaç olanlara yardım etmekten uzak durmamız olduğunu unutmamalıyız. Çünkü sadakayı terk eden kimse, dünyevî hırs ve tamah içerisinde perişan bir hale gelir. Feraset sahibi müminler ise, sadakaya riayet ederek bu kötü duyguyu kontrol altında tutmaya hatta yok etmeye çalışırlar. Abdullah b. Hubeyk Hazretleri, çevresindeki insanları açgözlülük etmekten sakındırır ve onları şöyle uyarırdı: “Açgözlü insan tamah zincirine bağlanmış ölüye benzer. Kalpteki tamah kalbi mühürler; mühürlü kalp ise ölüdür. Mümin tamahkâr olamaz. Nefsin şehvet ve arzularına uyamaz.” Evet; insan, bedeni maddeden yaratılmış olsa da aslında bu maddenin bile nasıl düşündüğünü ve Allah adı anıldığında nasıl titreyebildiğini unutabiliyor. Din nasıl en çok bid’at ve hurafeler dolayısıyla toplumda zayıflayabiliyorsa, insan da en çok tamahkârlığı dolayısıyla hem dinini hem de insanlığını kaybedebiliyor: “Bir koyun sürüsünün üzerine salıverilen iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsının dinine olan zararından daha ağır değildir.” (Tirmizî)
Mektubat-ı Rabbanî’de de belirtildiği üzere, insanı tamah etmeye yönelten hırs, şehvet ve kızgınlık, insanın cesedini meydana getiren maddelerden ileri gelmektedir. Dünya malına aşırı düşkün olmak, sahip olduklarımızı kaybedebiliriz diye cimrilik yapmak, bayağı işler peşinde koşmak hep maddeden doğmaktadır. Rasulullah s.a.v. “Küçük cihaddan döndük, en büyük cihada geldik!” buyurduğunda, büyük cihad olarak, çok kimselerin dediği gibi sadece nefsle cihadı değil, belki nefsin hâkim olmaya çalıştığı ceset ile cihadı bildirmiştir. Tamah perdelerini yırtmadan, gönlümüzü nasıl fethedebiliriz ki!
Unutmamak gerekir ki akıl, dünyada kaldıkça, bu bedene de bağlı kalır. Bu bağlılıktan kurtulamaz. Bu iğreti varlıktan alakası kesilmez. Vehim, her zaman aklın etrafında, hayal daima aklın yanında bulunur. Gadap, yani kızgınlık ve şehvet gibi nefsin arzuları, hep onunla beraber kalır. Hırs ve menfaat onu yalnız bırakmaz. Bizleri sürekli toprağa bağlayan, adeta ayaklarımıza vurulmuş prangalar gibi bir türlü vazgeçemediğimiz kötü huylarımız sebebiyle, yaratılışımız itibarıyla melekût alemine doğru yükselmemiz gerekirken, maalesef hayvanat alemine doğru inmekteyiz.
Görünüşte Zengin
Gönlü tok olmayan insan ne kadar zengin olursa olsun fakirdir. Maddi beklentilerin esiri olmamak için insana gönül tokluğu gereklidir. Ebû Hüreyre r.a.’dan rivayetle Peygamberimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğudur.” (Buharî)
Tamahkârlık yaptıkça, Cenab-ı Hakk’ın hakkımızda takdir edeceği rızka olan tevekkülümüzü de kaybederek, daha çok mala sahip olacağımızı ve sahip olduklarımız çoğaldıkça da doyuma ulaşacağımızı düşünebiliriz. Oysa Hz. Ömer r.a. bir hutbesinde şöyle hitap etmiştir: “Ey insanlar! Bilin ki tamahkârlık fakirliktir, kanaat etmek ise zenginliktir. Kişi bir şeye tamah göstermezse ondan müstağni olur.”
Demek ki insan tamah ettikçe hırsı daha da artıyor, sahip oldukları kendi gözünde anlamsızlaşıyor, sahip olamadığı şeyler de gözünde büyüyor. Bu halde kalan ve belli bir düzeyde de olsa zengin olan bir insan gerçek bir fakirden daha kötü durumda değil midir? Peygamberimiz s.a.v. de hırslı insanın sonu gelmez beklentilerini şu ifadelerinde belirtmiştir: “Ademoğlunun iki vadi dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Ademoğlunun karnını (gönlünü) topraktan başka birşey doldurmaz. Şu kadar ki, tevbe eden kişinin tevbesini Allah kabul eder.”
(Tirmizi, İbn Mâce)
Mesnevi-i Şerif’te de vurgulandığı üzere; “Denizin testideki suya da tamahı vardır.” Tamahkâr insan sadece kendisinin çalışmasıyla her şeyi elde edemeyeceğini bilir ve meşru olan veya olmayan pek çok yola başvurur.
Bunlardan birisi ve en kötüsü, insanlardan dilenircesine istemektir. Peygamberimiz s.a.v.’in bu konuda sert uyarıları vardır: “Mal biriktirmek için dilenen, gerçekte kor istiyor demektir. Artık ister az, ister çok dilensin.” (Müslim) Bu hadise göre mal biriktirmek için dilenmek, ateş toplamak demektir. Müslüman, izzet ve şerefini inandığı inanç ve değerler uğruna her zaman korumalıdır. Ancak zaruret derecesindeki sıkıntıyı atlatmak için bir veya birkaç sefere mahsus istemek mahzurlu değildir: “Dilenmek yüz karasıdır. Kişi dilenmek suretiyle kendi yüzünü lekeler. Sadece devlet başkanından hakkını istemesi ya da zaruret sebebiyle dilenmek böyle değildir.” (Tirmizî)
Manevi Tamahkârlık
Manevi anlamda da insanın tamahkârlığı olabileceğini hatırlatmak gerekir. Nesevî Hazretleri’nin işaret ettiği gibi, Allah Tealâ’ya sadece sevap umarak veya azabından korkarak ibadetle hizmet eden kişi, tamahını ve hasisliğini ortaya koyar. Kulun efendisine bir bedel yani menfaat karşılığı hizmet etmesi, kendi nefsinin beklentilerini aşamadığını gösterir. Gerek bu dünyaya ait, gerekse öte dünyaya ait hırs ve tamahını yok edememiş ve böylece nefsinin hakimiyeti devam eden insan, nasıl mülk aleminden sıyrılıp diğer alemlere seyahat edebilir ki! Mevlâna Hazretleri’nin şu mısralarını kendimize dersler çıkararak okumalıyız:
“Dünyada tamahsız sofi az bulunur. O sebepten sofi hayli hor, hakirdir.
Ancak Allah nuruyla doyan ve dilenme zilletinden kurtulmuş olan sofi bundan müstesnadır.
Fakat sofilerin binde biri bu çeşit sofilerdendir. Öbürleri de onun sayesinde yaşarlar.”
“Sofiyi yoldan çıkaran tamahtır. Yoldan çıkarır da sofinin hali harap olur, ziyan içinde kalır.
Yemeğe, zevk ve sema’ya tamah ediş, hakikate akıl erdirmesine mani olur.
Ayna bir şeye tamah etseydi bizim gibi münafık olur, her şeyi olduğu gibi göstermezdi.
Terazinin mala tamahı olsaydı tarttığını nasıl doğru tartardı?”
Nasıl Kurtulabiliriz?
Tamahkârlıktan en önemli kurtulma vesilesi, kendimizden aşağı seviyede olanlara değer vermek, onları küçük görmemektir. Böyle davranırsak kendimizde olan varlıkların kıymetini anlamaya başlayabiliriz: “Siz kendinizden aşağı olanlara bakınız; sizden yukarı olanlara bakmayınız. Çünkü böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini küçümsememeniz için daha uygundur.” (İbn Mâce)
Cenab-ı Hakk’ın lütfettiği mal, bizlerin yaşayabilmesi ve nice hayırlara vesile olabilmesi için bir araçtır. Sahip olduklarımıza karşı tamahtan kurtulabilmemiz için, İmam-ı Azam Hazretleri’nin aşağıda aktarılan anekdotta yapabildiği gibi, kalbimizde mal kazanma sevgisi veya mal kaybetme acısı bulunmamalıdır:
İmam-ı Azam Ebu Hanîfe’nin ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul zengin bir zat olduğu bilinmektedir. Bu büyük insan, gündüz öğleye kadar mescitte talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticari işleri ile uğraşırdı. İmamın ticari mal taşıyan gemileri vardı. Bir gün ders verdiği sırada bir adam mescidin kapısından seslendi:
– Ya imam, gemin battı!…
İmam-ı Azam bir anlık tereddütten sonra, “Elhamdülillah” dedi. Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip haber verdi:
– Ya imam, bir yanlışlık oldu; batan gemi senin değilmiş!
İmam bu yeni habere de “Elhamdülillah” diyerek mukabele etti. Haber getiren kişi hayrete düştü:
– Ya imam, gemin battı diye haber getirdik, “Elhamdülillah” dedin. Batan geminin seninki olmadığını söyledim, yine “Elhamdülillah” dedin. Bu nasıl hamd etme böyle?
İmam-ı Azam şükrünü izah etti:
– Sen gemin battı diye haber getirdiğinde iç alemimi, kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının yok olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu nedenle Allah’a hamd ettim. Batan geminin benimki olmadığı haberini getirdiğinde de aynı şeyi yaptım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde bir sevinç yoktu. Dünya malına karşı bu ilgisizliği bağışladığı için de Allah’a şükrettim.
Tamahkârlık şükürsüzlük demektir. Şükredebildiğimiz ölçüde hırslarımızdan kurtulabiliriz. Şükür için de gözümüz başkalarının nasıl mal kazandığında değil, kendimizde olmalıdır. Şükretmek için sadece mahallemizde veya şehrimizdeki insanlarla varlıklarımızı karşılaştırmamız da yeterli olmayacaktır; dünyanın değişik bölgelerinde çok zor şartlar altında yaşayan, içecek su bulamayan, uyuyacak bir döşeği olmayan insanları düşünmeliyiz.
Tamahın zıddına “tefvîz” denir. Tefvîz ise, helal olan şeyleri kazanmak için çalıştıktan sonra bunlara kavuşmayı Allah Tealâ’dan beklemektir. “Yeryüzünde yaşayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hûd, 6) ayetine kalben inanıp, rızık konusunda Allah’a tevekkül edebildikçe bizleri dünyaya bağlayan hırslarımızdan kurtulabilecek ve ötelere doğru yol almaya başlayabileceğiz. Peygamberimiz s.a.v. bu kurtuluşun reçetesini bizlere bildirmiştir: “Müslüman olan, yeterli geçime sahip kılınan ve Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat etmesini bilen kurtulmuştur.” (Müslim; Tirmizî). Böylece bereket dediğimiz şey, hırs göstermeksizin bizlere nasip olan malda ortaya çıkar. Başkasının elindekilere göz dikerek tamah ettiklerimizle oluşan mallarımızda bereket olur mu?
Eğer Allah’a, O’nun dostlarına, yarattıklarına aşık olabilseydik, vazgeçemediğimiz tutkularımız, cimriliğimiz, yükselme hırslarımız, malın çokluğuna sonsuz güvenimiz olur muydu? Aşk, insanı daha rikkatli, daha tok gözlü, daha alımlı, daha kanaatkâr biri yapmaz mı?
Sonuç olarak bir karar vermeliyiz: Dünyayı ve içindekileri bütün ağırlığına rağmen ve iki büklüm olmak uğruna sırtımızda mı taşıyacağız, yoksa sevgisi kalbimize girmeksizin onu avuçlarımızın arasına mı alacağız? Vereceği karara göre kişi kendi akıbetini hazırlamış olacaktır.
Şeytanın Mülküne Bile Göz Koymak
Tamahkârlığın kaynağı, insanın kendi arzularıdır. Sahip oldukları ile başkalarına karşı gururlanması, kendisini güçlü hissetmesidir.
Dünyaya karşı sonu gelmeyen hırsımızın sebebini sadece şeytana yükleyebilir miyiz?
Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin talebeleri şeytanın vesvesesinden şikâyet ederek:
– Ya Şeyh! Şeytandan gayet incindik. Hep bizi yaramaz işlere teşvik ediyor; “Elinize geçen dünyayı sıkı tutun, size lazım olacak.” diyor ve bizi hayırdan alıkoyuyor, dediler. Hasan-ı Basrî Hazretleri gülümseyerek buyurdu ki:
– Şimdi buradaydı. O da sizden şikâyet etti. Dedi ki: “Şu ademoğullarına nasihat eyle de benim hakkıma tamah etmesinler. Kendi haklarına razı olsunlar. Ne zaman ki Hak Tealâ beni huzurundan kovdu, dünyayı ve cehennemi bana mülk kıldı. Cenneti ve kanaati ise onlara verdi. Şimdi bunlar kendi haklarını bıraktılar, benim mülküme tamah ediyorlar. Ben de onların imanlarını almayınca dünyayı kendilerine vermiyorum.” dedi. Eğer şeytanın vesvesesinden emin olmak isterseniz, dünya endişesini gönüllerinizden çıkarın.Bu nasihatleri dinleyen talebeleri başlarını öne eğerek huzurundan ayrıldılar.
Tamahkâr Tuzağı
Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır. Bir hindistancevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistancevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir, yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz. Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır.
Sıkıca yumruk yapılmış el bu yarıktan dışarı çıkamaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü, tamahkârlığı o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.
Bizi bu dünyada tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, sonu gelmeyen ve tatmin olamadığımız arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Aslında yapmamız gereken, tuzaktan kurtulabilmek için elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla hem bedenimiz hem de ruhumuzla özgür olmaktır.
Hiç Aldırış Etmez Dini Elinden Gitse
İmam Gazâli rh.a. Hazretleri paraya ve mala düşkün insanları “ne mallarının zekatını verirler, ne de kendilerine ve ailelerine rahat bir hayat yaşatırlar” diye anlatırken, bir şairin yergisine de yer verir:
Kardeşim! Nice insanlar vardır, hayvandır!
Baktığında sanırsın ki basiretli ve akıllı bir insandır.
Hemencecik anlar, malına bir ziyan gelse!
Hiç aldırış etmez, dini elinden gitse!
Kibirli Müslümanın Hikâyesi
Bir âbid Hicaz yolunda her adımda iki rekat namaz kılarmış. O kadar aşk ve şevk ile bu Hak yolunu tutmuş ki, ayağına batan devedikenini çıkarmazmış.
Abid bu yolda böyle giderken birdenbire gururlanmaya ve kendini beğenmeye başlamış. Karşısına çıkan şeytan ona demiş ki:
– Kimse senden daha iyi ve daha güzel ibadet edemez. Bu kadar olur doğrusu. Bundan fazlası can sağlığı…Şeytanın bu sözleri onu kibirlendirmiş ve aniden yolu üzerindeki bir kuyuya düşmüş. Hak Tealâ’nın lütfu erişmese neredeyse bütün bütün yoldan sapıtacakmış. O sırada gaipten bir ses
duymuş:
– Ey mübarek adam! Yaptığın ibadetle Allah yanında bir mevki elde ettiğini ve ona layık bir hediye sunduğunu sanma. İyilikle bir gönül elde etmek bin rekat namazdan daha iyidir.
Şeyh Sadi, Bostan
Efendimiz’in Dilinden
Varlığın Tacı Efendimiz s.a.v.’in sadaka konusunda bize miras bıraktığı ölçü, sadece sadakanın önemini değil, gerçek anlamda varlıklı olmanın anlamını da gösteriyor:
“Sadaka, maldan bir şey eksiltmez. Kul sadaka olarak eliyle bir şey uzatınca, o önce Allah Tealâ’nın eline düşer. Yani o sadaka henüz alıcının eline geçmeden, Cenab-ı Hak onu rıza ve hoşnutlukla kabul eder. Bir kişi ihtiyacı olmadığı halde dilenme kapısı açarsa, Allah Tealâ da ona fakirlik (ihtiyaç) kapısı açar.
İnsanoğlu “Malım, malım!” der durur. Halbuki onun malı şu üç şeyden ibarettir:
1. Yiyip tükettikleri,
2. Giyip eksilttikleri,
3. Allah Tealâ için verip ahiret için biriktirdikleri!
Bunun dışındakiler ya elinden gider ya da başkalarına (mirasçılarına) kalır.”
İnanan insanlar olarak tam bir teslimiyet içerisinde hakikate doğru yükselmeye karar verecek iken, diğer yönümüz devreye girmekte ve sonuçta varlığımız bu iki zıt kutup arasında gerilmektedir.
Gönlü tok olmayan insan ne kadar zengin olursa olsun fakirdir. Maddi beklentilerin esiri olmamak için insana gönül tokluğu gereklidir.