Müberra dinimiz İslâm hayat ile içiçedir. Hayatı İslâm’dan İslâm’ı hayattan ayırmak mümkün değildir. Bu iki temel unsuru birbirinden ayıranlar, ayrılmış zannedenler, ilâhi mesajın gerçeğini tanımayan ya da anlamayan zavallılardır.
Din insan yaratılışının bir neticesidir. Ayrıca insanın günlük hayattan bunalan varlığına bir hayat iksiridir. Kendi var oluşunu, hayatını bu fıtrî iksirle bütünleyip anlamlı hale getiremeyenler, başka tatmin yolları ve idealleri ararlar.
Dinin gayesi “güzel insan” yetiştirmektir. Bu gaye Hakk’a kulluğu idrak ile mümkün olur ki, bu idrak iman ile başlar. İmanın yeri kalp olduğu için hamurunda tabii olarak sevgi de olması gerekir. Sevgisi olmayan insanların dindarlıkları sadece bir dış görüntüden ibaret kalır.
Cenab-ı Mevlâ kullarının hidayetini diler. Bunun için insana bir takım üstün vasıflar ihsan etmiştir. Ayrıca aralarından müstesna yaratılışlı bazı kullarını peygamber olarak vazifelendirmek suretiyle ihsanda bulunmuştur. Peygamberlerin olmadığı zamanlarda ise onların vârisleri olan salih, veli kullarıyla bu lütfunu devam ettirmiştir.
Peygamberlerin sonuncusu olan Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz’in, kıyamete dek gelecek bütün insanlara rehber ve örnek olduğunu Cenab-ı Mevlâmız Kur’an-ı Kerim’de bizlere bildirmiştir. Bunun anlamı şudur: Bütün insanlık imanî ve ahlâkî davranış mükemmelliğine ulaşabilmek için Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz’in mübarek hayat ve faaliyetlerini layıkıyla öğrenmek, öğrendiklerini kendi istidadı nisbetinde yaşamak durumundadır.
Bu, O’na duyulan muhabbet ve O’nun ruhaniyetine yakınlık nisbetinde gerçekleşir. O’nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek dünya ve ahiretteki üstünlüklerin en yücesidir. Çünkü O insanlığın en mükemmel örneği, bütün insanî hasletlerin zirvesidir.
İlâhi tecelliye mazhar olup, Yüce Mevlâ’yı sevmenin ve O’ndan gereğince korkmanın en üstün mertebesini, en hayırlı nesil olan Ashab-ı Kiram yaşamıştır. Onlar Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz’in yanında, İslâm’ı O’ndan görerek yaşamış, ilâhi nurları seyrederek Dosdoğru Yol’da feyz ve aşkla ilerlemişlerdir.
Yine Ashab-ı Kiram, bizzat görerek Kur’an-ı Kerim’i Efendimiz s.a.v.’in hayatında canlı olarak müşahade etmişlerdir. Daha da önemlisi, Efendimiz s.a.v. o mübarek ashabına ilâhi nur ile nazar etmiştir. Böylece onların manevi hayatlarını kemale erdirmiş, bu şekilde ilâhi feyzler Fahr-i Cihan s.a.v.’den ashabına intikal etmiştir.
Sahabe-i Kiram işte bu feyzle gittikleri, fethettikleri yerlerde İslâm’ı en güzel şekilde temsil etmişlerdir. Bununla da kalmamış, devraldıkları manevi mirası kendilerinden sonraki nesil olan Tabiîn’e de aktarmışlardır. Yani Tabiîn nesli bu ilâhi nuru Ashab-ı Kiram’da seyretmişlerdir.
Daha sonraları ise fetihlerin artmasıyla elde edilen ganimetler ve maddi refah dünyaya meyli artırmaya başladı. İslâm’a yeni giren kimselerin henüz müslümanca bir hayatın özünü kavrayamamaları sonucu Fahr-i Alem s.a.v.’in zühd ve takva hayatı unutulmaya başladı.
Bu tehlikeli gidişi gören ârifler, rabbanî alimler, İslâm’ın dünyaya bakışını yani Eşsiz İnsan’ın hayatını yeniden ihya için insanlığı zühd ve takvaya çağırdılar. İşte bu davete icabet ederek islâmî hayatı dışı ve içiyle yaşamaya gayret edenlere “tasavvuf ehli” veya “mutasavvıf” denmiştir.
Tasavvuf, Hakk’a yakınlık yolunda bilgi ve muhabbeti elde etmek ve sonuçta yaratılış gayesi olan Hakk’ın rızasına kavuşmak için nefsi terbiye ile olgunluğa ulaşma yoludur. İfrat ve tefritten uzak, dengeli bir hayat tarzı ile halk içinde Hak ile olabilmektir.
Ne insanlardan kopuk bir hayat, ne de Hak’tan uzak bir perişanlık… Yani tasavvuf, bir yönü Hak ile diğer yönü halk ile olan iki taraflı, iki kanatlı insanı yetiştirir ki, bu insan Rabbine marifet ve itaatle, mahlukata merhamet ve şefkati birleştirir.
Tasavvuf yolunda aslolan, vücudun merkezi hükmünde olan kalbin ıslahıdır. Fahr-i Cihan s.a.v. Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Dikkat edin; vücutta bir et parçası vardır ki o düzelirse bütün vücut düzelir. O bozulursa da bütün vücut bozulur. İyi bilin, o kalptir.” (Buharî)
Görüldüğü gibi tasavvuf, dinin değişmez kaynakları ile sabit, bütün Hak dostlarının hayatıyla ispat edilmiş bir ilimdir. Bu ilim kesin dinî delillere dayalıdır ve her türlü şaibeden, yabancı tesirden uzaktır.
Fakat başka pek çok konuda olduğu gibi tasavvuf da çeşitli mahfillerde tartışma konusu yapılmıştır. Özellikle meseleye yabancı bir gözle, art niyetle bakanlar veya baştan olumsuz bir tavır almış olanlar, tasavvufun kaynağı hakkında hiçbir temele dayanmayan iddialar ortaya atmışlar, hezeyanlar savurmuşlardır. Elbette bunlar müslümanların umumi vicdanında mahkûm olmuş, genel kabul görmemiştir.
Sûfilerden, tasavvuftan söz ederken, Fahr-i Alem s.a.v.’in yanıbaşında, ilim irfan ve maneviyat tahsil etmek için Peygamber Mescidi’nde ikamet eden “Suffe Ehli”ni hatırlamak gerekir. Bu mübarek sahabe topluluğu Fahr-i Alem s.a.v.’in teşvikiyle zühd ve takvada temayüz etmişlerdi. Hatta Efendimiz s.a.v., ashabın zenginlerinden bu grubun geçimi için yardımcı olmalarını talep etmişti. Sadece bu örnek bile tasavvufî hayat demek olan zühd ve takva hayatının Sünnet-i Seniyye’deki yerini göstermeye yeter. Sûfiliğin nebevî tasdike dayandığını ispat eder.
Fakat tarihin seyri içinde her müessesede olduğu gibi tasavvuf içinde de cahil insanlar olmuş, bu temiz isim altında kasıtlı ve kasıtsız birçok nahoş hareketler zuhur etmiştir. Fakat aslı dinin temel unsurları olan bu yol asla böyle hareketleri içine almamış, müsamaha göstermemiştir. Tasavvuf-tarikat adına yanlış yapanları sert bir tavırla reddetmiştir.
Evliyadan sâdır olan olağanüstü hallere keramet denir. Fakat dine büyük bir titizlikle uymayan, güya tasavvuf adına hareket eden kişilerden zuhur eden hallere ise istidraç denir. Ki bu da şeytanın yoludur. Görülse ki bir adam havada uçuyor, suda yürüyor; eğer İslâm’ı yaşamada en ufak ihmali varsa bu halin tasavvufla, tarikatla münasebeti yoktur.
Zamanımızda imanın gerektirdiği hayat anlayışından büyük ölçülerde uzaklaşmalar olmuştur. Anlayışlar, düşünceler, insanlararası münasebetler, örf adet ve değer yargıları, kulluk anlayışı değiştirilmiş, hepsinin yerine tek ölçü olarak akıl ve nefs getirilmiştir. O halde denize düşenin can simidine yapıştığı gibi günümüzün tehlikelerine karşı tasavvufî hayata sarılmak gerekir. Rabbanîlerle beraber olmaya koşmak gerekir.
Bu yolu inkâr etmeyip, bu zamanda gerçek mürşit bulamadığını iddia edenler, insanlar arasında önceden de şimdi de evliya zatların bulunduğunu bilmeleri gerekir. Temiz bir niyetle onları arayanların yolları kolaylaşır, bir şekilde menzile ererler.
Rabbimizin tevfik ve inayeti ile…