Allah’ın rızasını kazanma yolunda müminin önünde engel bir tane değil. Bir taraftan bitmez-tükenmez arzularıyla nefsi, bir taraftan sayısız tuzaklarıyla şeytan, diğer taraftan da kafasını gönlünü karıştırmaya çalışanlar…
Evet; engel çok, yol zahmetli ama nimet de külfete göre. Hatta umduğumuz ilâhî nimet, külfetle mukayese edilemeyecek kadar büyük.
Zorluklarla birlikte kolaylıklar da yok değil. Demiyor mu ki Rabbimiz, “siz bir adım gelirseniz, ben on adım gelirim. Yürüyerek gelirseniz, ben size koşarak gelirim…”
Alemlerin Rabbi işte böylesine büyük şefkat ve merhamet sahibi. Bütün mesele bizim niyet ve talebimizde.
Engel bir tane değil demiştik. Müminlerin Hakk’a giden yolunu kesmede, geçmiş dönemlerde fazlaca etkin olamayan bazı engeller, teknolojinin imkanlarıyla artık kendini daha fazla hissettirebiliyor. Gönlü saf müminlerin kalbine şüphe tohumları ekmeye çalışan bazı iddia ve ithamlardan söz ediyoruz.
Bunlardan biri de, Rabbü’l Alemin’in bizzat koruduğu dininin, bozulduğu, saflığını yitirdiği iddia ve ithamı. Yazık ki bunu söyleyenler, bilerek ya da bilmeyerek yeterince ilim sahibi olmayan insanlarımızın dininden şüphe etmelerine sebep olabiliyor. Diğer taraftan, samimi müminlerin teslimiyetine gölge düşürebiliyor.
Bu tür iddia sahipleri, modern dünyada üstünlüğünü kaybeden müslümanların, asırlar boyunca bel bağladığı hakikatlerini gözden geçirmeye davet ediyorlar. İddiaya göre, gözden geçirilmesi gerekenlerin başında mezheplerimiz ve tasavvuf kolları geliyor.
Yani gerilemenin sorumlusu, hadisiyle, tefsiriyle, içtihadlarıyla, tasavvufuyla klasik dinî anlayışımız.
Teklifleri şu: “Alimleri, içtihatları, mezhepleri aradan çıkar. Sünnet-i seniyyeye uygun bir hayat ve manevi terbiye için seçtiğin mürşidler de Rabbin’le aranda perde. Kaynaklar ortada. Kendi yolunu kendin bul. O zaman özgür düşünebilecek, böylece kurtuluş yolunu bulacak ve yeniden üstün olacaksın.”
Hangi propagandanın veya kompleksin sonucudur bilinmez ama bütün İslâm tarihi boyunca mezhepler ve tasavvufa bu kadar yaygın bir itiraz ilk kez kendini gösteriyor.
Burada hemen belirtmemiz gerekir ki, tarihimiz boyunca ve bugün, doğrulara perde olan mezhepler ve yanlış tasavvufî anlayışlar elbette var. Ama müslümanlar çoğunluğu asla bu tür zararlı akımların arkasına takılmadı. Alimlerimiz de bu türden anlayışları, “fırka-i dâlle” yani sapık gruplar başlığı altında değerlendirerek bertaraf ettiler. Diğer taraftan, Ehl-i Sünnet doğru yolunun prensiplerini bütün detaylarıyla belirleyerek Allah’ın dininin safiyetine hizmet ettiler.
İşte biz, bu sapasağlam ve geniş doğru yolun birer şeridi mesabesinde bulunan anlayışlara hak mezhep diyoruz. Bu anayol çerçevesindeki manevi terbiye metodlarına da sahih tasavvuf diyoruz. Ve maksud-u menzilimize götüren birer kılavuz olarak görüyoruz.
Nasıl görmeyelim ki; madem ki her birimiz fıtraten aynı değiliz, anlayışlarımız, ilmimiz farklı; o halde mutlak doğruya ulaşmada haliyle ilmiyle ehil olanlara tabi olmamız gerekiyor.
İslâm’ın itikat, ibadet ve kalbî ahkâmı hiçbir devirde değişmeyecek. Fertlerin ve nesillerin Kur’an ilmi ve terbiyesiyle yetişme noktasında önemli farklılıkları varken, aynı neticeye varmalarının mümkün olabileceğini nasıl söyleyebiliriz? Sahabe-i Kiram bile dini anlamada ve yaşamada birbirlerine tabi oluyorlardı. Demek ki müminlerin İslâm’ı belli ölçüler içinde öğrenmesi ve yaşaması şart.. İşte bu ölçüler, mezhebler ve tasavvufî meşreplerdir. Ve inandım diyen bir müminin bir mezhebi ve bir meşrebi olması zaruridir.
Yine de şöyle bir soru zihinleri meşgul edebilir: Madem ki her insanın istikamet üzere olması için bir mezheb ve meşrebe ihtiyacı vardır, öyleyse Peygamberimiz (A.S.)’in de bir mezhebi ve meşrebi olmalı değil miydi? Ve Asr-ı Saadet’te mezheb ve meşreb var mıydı?
Hiç şüphesiz, Efendimiz’in bir mezhebi ve meşrebi yoktu. Çünkü O’nun hayatı ve kalbi ilahi vahiy ile kontrol ediliyordu. Ayrıca Habib-i Kibriya’nın yönü, Cenab-ı Allah’a yönelik olduğuna göre, O bütün yönlerin merkezi durumundadır.
Bunun için Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz, ne bir mezheple, ne de bir meşreple sınırlandırılabilir. O, bütün yolların ulaştığı merkezdir. Bu duruma göre Peygamberimiz (A.S.), bütün mezhep ve meşreplerin mezhep ve meşrebidir.
Ashab-ı Kiram’a gelince; her sahabi, zahirî ve manevî müktesebatı ve haline göre Cenab-ı Peygamber’e bir yol ile bağlıdır. Bu sebeple, her sahabinin bir mezhebi ve meşrebi olduğu söylenebilir. Nitekim Allah Rasulü (A.S.): “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tabi olursanız Hakk’a ulaşırsınız.” buyuruyor.
Devr-i Saadet’te herhangi bir mezhep veya meşrep adı yoktu, çünkü müslümanlar ihtilafa düştükleri konuları Hz. Peygamber (A.S.)’ın hakemliğine başvurarak çözümlüyorlardı.
Peygamberimiz (A.S.)’in vefatından sonra ise, müminler İslâmiyet’i Ashab-ı Kiram’dan sorarak öğrendiler. Onlar Allah’ın dinini insanlara tebliğ ederken, kendi düşüncelerini, nefsani arzularını, devrin şair ve felsefecilerinin sözlerini asla araya sokmadılar. Hepsi aynı iman esaslarını bildirdiler. İşte onların Allah’ın Rasulü’nden naklederek bildirdikleri bu imana Ehl-i Sünnet İtikadı denir.
Ehl-i Sünnet anlayışının dışındaki anlayışlar meşru sayılmaz, çünkü Rasulullah (A.S.) Efendimiz’in inandığı ve bildirdiği gibi iman etmek esastır. O, bir tek iman bildirmiştir. Ashab-ı Kiram’ın hepsi, O’nun bildirdiği gibi inanmış ve o inancı tebliğ etmiştir. İşte bu sebeple iman esaslarında mezheplere ayrılmak yoktur.
Sonraki dönemlerde ise, insanoğlunun yaradılışında bulunan ve tefekkürün tabii bir sonucu olan fikir ve düşünce ayrılıkları, Kur’an veSünnet’i anlamada ve yorumlamada da kendini göstermiştir. Böylece yeni ve farklı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır.
İşte bu süreçte doğruyla yanlışın birbirinden ayrılması büyük önem kazanmıştır. İlim ve maneviyatta birer yıldız gibi olan alimlerimiz, insanüstü bir gayret ve titizlikle Allah Rasulü’nün tebliğ ettiği, ashabının sonraki nesile aktardığı arı-duru anlayış ve tatbikatı tespit ve tayin eylemişlerdir. Tefsirde, hadiste, fıkıhta, nefs terbiyesinde vs… eşsiz eserler yazıp talebeler yetiştirmişlerdir. Bazı ayrıntılarda birbirinden farklı, ama esasta hepsi aynı olan hak mezhepler ve tasavvufî ekoller bu çalışmaların bir neticesidir.
Biz bugünün müminleri ve kıyamete kadar gelecek bütün imanlı nesiller, bu mübarek alimlerin nurlu yolundan yürüyerek Rabbimiz’in rızasına ulaşacağız. Tıpkı bizden öncekiler gibi…
Bizim vazifemiz, bindörtyüz yıllık yolumuzu, usulümüzü değiştirmeye, bizi başka mecralara itmeye çalışanların sözlerine kulaklarımızı kapamak. Kendimiz için olduğu gibi, onların ıslahı için de dua etmek. Çünkü biliyoruz ki, kendini Alemlerin Rabbi’nin yoluna adamış alimlerimiz ve mürşidlerimizi reddederek kazançlı çıkan olmadı.
Eskiden evlere asılan bir levhada şu söz yazardı: “Edeb ya hû…” Edeb; herkes için, hepimiz için edeb… Mümine daha çok yakışan başka bir hal var mı?
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.