İnsanoğlunun dünya hayatıyla ilgili birtakım istek ve arzularının bulunması normaldir. Çünkü bu istek ve arzularla harekete geçip hayatı için gerekli olan işleri yapmaktadır. Geçimi için bir iş yapmakta, meslek edinmekte, evlenip çoluk çocuğa karışmakta, daha rahat yaşayabilmek için gayret etmektedir. Böylece toplum hayatında da yerini alıp, sosyal düzenin devamına katkı sağlamaktadır.
Bunun aksine insan hiçbir şey istemiyor olsaydı, ihtiyaçların karşılanması mümkün olmazdı. Bunun ise ne birey ne toplum hayatının devamı için olumlu olmadığı ortadadır.
Aynı durum ahiret hayatına yönelik olarak da geçerlidir. İnsan ahiret hayatındaki menfaatine uygun istek ve arzuları da taşır. Elbette kimse cehenneme girmek istemez ve dünyada Cenab-ı Mevlâ’nın rızasına uygun yaşamaya çalışarak cenneti umut eder.
Bu, insanın yaratılışında olan, fıtratına yerleştirilmiş bir özelliktir. Gereklidir, fakat her şeyde olduğu gibi dengeli olmayı gerektirir. İnsanın dünya hayatını yaşarken ulaşmaya çalıştığı istekleri ahiret hayatına zarar vermeyecek bir sınırda muhafaza edilmelidir. Bu sınırın aşılması kişinin ahiretine vereceği zarar yanında toplu halde yaşadığımız dünya hayatının dengelerini de bozar. Böyle bir durumda kimsenin gerçek anlamda istek ve arzularına ulaşması, insanca yaşaması mümkün olmaz.
İnsan için iyi huy ve ahlâk da, kötü huy ve ahlâk da doğuştandır. Yani insan iyiliği de kötülüğü de doğuştan getirir. Fakat bu, insan daha doğumundan iyi mi kötü mü bellidir, ne yapacağı ortadadır anlamına gelmez. Onda yaratılışından mevcut olan özellik hem iyi hem kötü olabilme kabiliyetine sahiptir.
Doğuştan sahip olunan özellik bir nüvedir, çekirdektir. Terbiye edilerek iyiliğe eğilimli hale gelir ve müslümanca bir hayatı kolaylaştırır. Böylece müslümanın dünya hayatına dair istek ve arzuları ahiret hayatına zarar vermeyecek bir şekil alır.
Mal kazanma ve biriktirmeye duyulan sevgi hemen her bireyde az çok bulunur. Makam, mevki gibi şeyleri istemek de mal sevgisi gibidir. Bütün bu sevgi ve arzuların aşırı derecede olmasına hırs veya uzun emel denir. Aşırıdan maksat, harama razı olmaya, ibadetleri yapmamaya veya eksik yapmaya götürecek kadar etkili olmalarıdır.
Emir ve yasaklara uymayı niyet ve fiilde olumsuz yönde etkilemeyen mal, mülk arzusu meşrudur. Malum olduğu üzere, Asr-ı Saadet’te Ashab-ı Kiram’dan bazıları mal, servet sahibi olmak için çalışıyorlardı. Fahr-i Alem s.a.v. de bu hususta onlara müdahale etmiyordu. Fakat bu güzide insanlar yapmakla mükellef oldukları kulluk vazifelerini de asla ihmal etmezlerdi. Hatta mal ve servetleri çoğaldıkça uhrevî amellerine, dinî vazifelerine daha çok itina gösteriyorlardı.
Mal, mülk arzusunun kişiye hakim olmasıyla, dünyanın cazibesine kapılarak helal sınırları aşıp haram sahasına girmesiyle büyük bir tehlike ortaya çıkar. Ölüm ve sonrasını unutup, kendini bütünüyle isteklerinin gerçekleşmesi için adamanın kimseye bir faydası yoktur. Müslüman bir insanın namazlarını kılmasına ve diğer ibadetlerini yerinde ve zamanında yapmasına engel olacak ölçüde bir dünya gayretinin meşru, dine uygun bir tarafı olduğunu söylemek mümkün değildir.
Fahr-i Alem s.a.v. buyuruyorlar ki: “Kim geçimini sağlamada yüce Allah’ın emir ve yasaklarına uyarak O’na iltica ederse bütün sıkıntılarında Allah ona kâfidir. Kim de Allah’ın emirlerine uymayarak dünyaya iltica ederse yüce Allah onu dünyaya vekil kılar.”
Bir kimsenin dünyaya vekil olması demek, kulluk vazifesini yapmaktan ve ebedi hayatı için hazırlanmaktan onu alıkoyan sebeplerin art arda birbirini takip etmesi demektir. Yani bu derecede hırslı olan kimse, bu hırsı kontrol altına almadıkça içinde bulunduğu sıkıntı ve meşgalelerle ölüme kadar oyalanıp durur.
Diğer bir hadis-i şeriflerinde Fahr-i Cihan s.a.v. şöyle buyuruyorlar:
“Şeytan der ki zengin olan (ama Allah’ın emir ve yasaklarına uymayan) kimse şu üç şeyden birine uğrar: Ya malını gözünde süslerim de onun zekâtını vermez ve diğer malî ibadetlerini yapmaz. Veya ona harcama yolunu kolaylaştırırım böylece malını meşru olmayan yerlere sarfeder. Veya kalbine büyük bir mal sevgisi veririm ki helal olmayan kazanç yollarına razı olur.”
İhtirası sebebiyle insanoğlu kanaat etmeyip daha fazlasına sahip olmak ister. Bunu çocuklarını kimseye muhtaç etmemek veya daha müreffeh yaşamak ve yaşatmak için çalışıp çabaladığı gibi bir sebeple açıklar. Elbette müberra dinimiz kendine yetmeyi ve çoluk çocuğa karışmayı meşru çerçeve dahilinde teşvik etmiştir. Onun yasakladığı çok kazanmak hırsı ile, çocukların rahat yaşatılması gayesiyle Mevlâ’ya karşı sorumlulukların, ibadetlerin ihmal edilmesi; malım eksilir düşüncesiyle Allah’ın emrettiği harcamaların yapılmamasıdır.
Diğer taraftan, günümüzde gittikçe yaygınlaştığı üzere kul hakkını kâle almamak, münasebetlerde kılı kırk yaran hakka riayet titizliği yerine hoyrat ve bencil davranmak büyük günahtır.
Müslüman ahlâkı ile, tasavvufî terbiye ile kul hakkına dikkatsizlik bir arada olamaz.
Mümin mal kazanmaya çalışmakla birlikte, dünyanın bütün güzellikleri gibi mal ve mülkün de geçiciliğini aklında tutmalıdır. Zira kalıcı olan Allah’ın rızasını elde etmek için yapılan salih ameller ve bu amellerin sevaplarıdır.
Kalbi istila eden hırs, sahibini meşgul edip ibadetten alıkoyduğu gibi şüpheli şeylerden sakınmayı terk ettirerek kişinin haramlara dalmasına sebep olur. Bu hal ise bütün kötülükleri kendinde topladığı gibi, faziletlerin de yok olmasına sebep olur. Bitmek tükenmek bilmeyen istek ve arzuların kaynağı olan hırs, tamah, açgözlülük insanoğlunun helâkine sebep olabilecek bir dünya tehlikesidir. Dünyaya karşı hırslı olma bu yüzden yerilmiştir. Hırsın yol açtığı tehlikelerden kurtulmak ise, arzu ve isteklere sınır koyarak özellikle ahiret hayatı için faydalı olacak amellere önem vermekle mümkündür.
İnsanın nihayetinde gideceği yeri bilmesi ve ölümü hatırında tutması, istek ve arzularının makul bir şekil almasına yardımcı olur. Böylece süflî duygulardan arınarak ahirete hazırlığı içinde barındıran bir dünya hayatı yaşamak mümkün olur. Akıbeti düşünen insan hayatını bütünüyle Mevlâ’nın rızasını elde etmeye adar. Sahip olduğu imkanları yerli yerince harcar.
Aslında mümin, dünya işlerini hiç ölmeyecekmişçesine doğru, sağlam ve hilesiz yapmak zorundadır. Bu zorunluluk doğal olarak müminlerin dünya işlerinde de başarıya ulaşmalarına, mal-mülk sahibi olmalarına yol açacaktır.
Bütün mesele diğer zorunlulukları da unutmamak ve dünya işlerinin de ecre, sevaba dönüşmesine çalışmaktır. İki cihanda saadeti bulmak ancak böyle mümkün olur.
Rabbimizin tevfik ve inayeti ile…