Menzil (TASAVVUF ADRESİNİZ) SiLSiLE - Rabita
   
TASAVVUF DİYARI
 





Ana Sayfa
Açıklamalarıyla 99 Esma
Hatim- mukabele
Çeşitli Dualar
Silsile
Tasavvuf Edebiyatı
Tasavvuf Yazıları 
Menkîbeler
İlahiler ve Kasideler
İslâmi Flash
İslami Haberler
İslâm Kütüphanesi
İslami Siteler- TOPLİST
İslami Soru ve Cevaplar
İslami Sözlük
İslami Videolar
Rüya Yorumları- Tabirleri
Kadın 

Popüler
Oyun
Bilgisayar önerilerimiz
ZİYARETÇİ DEFTERİ


AŞERE-İ MÜBEŞŞERE

>>1.Hz. Ebu Bekir
>>2.Hz. Ömer bin Hattab
>>3.Hz. Osman bin Affan
>>4.Hz. Ali Bin Ebu Talib
>>5.Talha bin Ubeydullah
>>6.Zübeyr bin Avvam
>>7.Sa'd bin Ebi Vakkâs
>>8.Abdurrahman bin Avf
>>9.Ebu Ubeyde bin el-Cerrah
>>10.Said bin Zeyd

ASHAB-I SUFFA

>>Bilal-i Habeşî{R.A.}
>>Selmân-ı Farisî{R.A.}
>>Enes bin Malik{R.A.}
>>Hâlid Ebâ Eyyubel-Ensâri{R.A.}
>>Abdullah bin Mesud{R.A.}
>>Huzeyfetul-Yemenî{R.A.}
>>Ebuzer-i Gıfarî{R.A.}
>>Ebuzer-i Gıfarî{R.A.}
>>Ammar bin Yâsir{R.A.}
>>Muaz Bin Cebel {R.A:}
>>Ebud-Derda{R.A.}
>>Ebu Musa el-Eş'ârî{R.A.}
>>Mikdad bin Esved{R.A.}
>>Halid bin Velid{R.A.}
>>Mus'ab bin Umeyr{R.A.}
>>Usame bin Zeyd{R.A.}
>>Erkam{R.A.}

 

 

Tasavvuf ve Tevbe 
Rabıta 
Tevessül ve Vesile 
Allah İle Kul Arasına Girmek 
Kutbul İrşad ve Tasarruf 
Ehl-ibeyt Kimdir 
Mürşide Teslimiyet Kölelik mi? 
Veliye Hürmetin Ölçüsü 
Kerameti İnkar Etmek 
Himmet 
İrşad nedir, Mürşid kimdir?


 

RABITA

Soru:

--Rabıta yapılırken mürid şeyhi ne olarak görmelidir? Rabıtaya şirk diyenlere verilecek aklî ve naklî deliller nelerdir?

--Rabıta ile ilgili Necib Fâzıl merhumun güzel bir kitabı vardır. Hâlid-i Bağdâdî Efendimiz'in Rabıta Risâlesi'nden faydalanarak, kendisi de birtakım görgülerini katarak yazmış. Onu okumanızı tavsiye ederim.

Allah-u Teâlâ Hazretleri,

(Ve kûnû maas sâdıkîn) "Sadık kullarımla beraber olun!" buyuruyor. Yâni "Onlar gibi olun, onların yanında olun, onların cephesinde olun, onların gittiği yolda, onların safında bulunun!" mânâsına geliyor. Onun mânevî tatbikatı, mânevî bakımdan beraber olmak, böyle rabıta ile sağlanıyor.

İnsanın hocasıyla beraber olması, vaazını dinlemesi, nasihatını dinlemesi, dinini ondan öğrenmesi lâzım!.. Bu her zaman mümkün olmuyor. Hem insanlar muhtelif yerlerde oturuyorlar, uzak diyarlara gitmiş oluyorlar. Hem de, günün bir kısmının istirahatle geçmesi gerekiyor. Günün her saatinde insanın hizmette olması da kolay olmuyor. O bakımdan rabıta yapılıyor.

Rabıta yapıldığı zaman, mürid şeyhinin huzurunda olmuş oluyor. Onu denetleyici olarak da düşünebilir. Sevdiği bir kimse olarak, hocası olarak onu karşısında hayal edecek, zikri beraber yaptığını düşünecek.

Rabıtanın şirk olmasının hiç bir aslı, esası, dayanağı yoktur. Çünkü, insanın gözünü kapatması serbesttir. Gözünü kapattığı zaman sevdiği bir insanı düşünmesi serbesttir. Bunun şirkle hiç bir ilgisi yoktur. Onlar herhalde tasavvufu bilmiyorlar veya rabıtayı bilmiyorlar, böyle bir görüşe saplanıyorlar. Ya da İbn-i Teymiye'nin filân kitaplarını iyi okumuyorlar.

Ben şöyle onların kitaplarını ve o kitaplardan alınan özetleri okuyunca, baktım o da bizim gibi düşünüyor. Tasavvufa saygılı, bu gibi pek çok konuda oldukça güzel ifadeleri var... Demek ki yarım bilgili olan insanlar, meseleyi anlamadıkları için yalan yanlış konuşuyorlar.

Şirk Allah'a ortak koşmak demektir. Allah'a ortak koşmakla ilgili herhangi bir şey burda olmadığı için, öyle bir husus yoktur. İnsanın sevdiği bir kimse ile beraber olmak istemesi, beraberliğini düşünmesi şirk değildir.

Birçok mânevî faydaları var... Feyz almak bakımından, insanın yetişmesi bakımından fevkalâde önemli...

Râmûzül Ehâdis'te bir hadis-i şerif var; Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: ÇBir geniş arazide, çölde giderken hayvanınız ürktü, kaçtı. Yardım edecek bir kimse de yok... Çölde uçsuz bucaksız dağların, kum tepelerinin arasında kayboldu. Bulmanız mümkün değil... Kaldınız çaresiz... Sular orda, yiyecek orda... Kumların üstünde bata çıka sizin yürümeniz mümkün değil... Yandınız, mahvoldunuz. Böyle bir durumla karşılaştınız. Ne yapacaksınız?..

--Deyiniz ki: "(Yâ ricâlallah!) Ey Allah'ın erleri, Allah'ın ricâli!.. (eğîsûnî) Bana yardım edin! (eînûnî) Bana yardımcı olun, benim imdadıma yetişin!" diye böyle söyleyin! Çünkü, Allah'ın sizin görmediğiniz maddî mânevî erleri olur, evliyâullahı olur; onlar imdada yetişirler." diye Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor.

Onun için, Peygamber Efendimiz böyle deyin dediğine göre, Allah'ın evliyâsına da böyle selâhiyet verildiğine göre; hani ondan yardım istese bile, yine bir mahzuru yoktur. Çünkü, mahzuru olsaydı, Peygamber Efendimiz tavsiye etmezdi. Onun için bu şirk lafı bir taassubdan kaynaklanıyor.

Bir takım insanlar tasavvufa düşman olmuşlar. Bu tasavvuf düşmanlığını İngilizler körüklemiş. Meselâ geçtiğimiz asırda, İngilizler Osmanlı'yla çeşitli cephelerde harb ederken, iki büyük tehlike tesbit etmişler:

1. Hac
2. Tasavvuf, tarikatlar

Neden?.. Hacca gittiği zaman müslümanlar, dünyanın dörtbir yerinden gelip bir yerde toplanıyorlar. "İngilizler falanca yerde şöyle yaptı, böyle yaptı... Ona karşı şöyle tedbir alalım, böyle tedbir alalım!.." diyorlar. Ondan dolayı İngilizlerin başarısı veya gayrimüslimlerin, İslâm'a suikast için çalışanların oyunları bozulmuş oluyor. Onun için hacca düşmanlar...

O zamandan başlamışlar, hac mevsimi geldiğinde haccı engellemeye... İşte, "Salgın hastalık var!" filân diye yalan dolan haberler yaymağa... Bu, yakın zamanlara kadar devam etti. Sonra birden salgın hastalıklar filân hepsi kalktı. Yalanmış demek ki...

Yâni, hac mevsiminde ilkönce "Bir salgın hastalık var!" diyorlardı. "Gidersen, ölürsün!" diyorlardı. Hastaneye havale ediyorlardı, seyahat hürriyetini tahdit ediyorlardı. Doktorların keyfine kalıyordu. Rapor vermeyince, adam burda kahrından ölüyordu. Saçma sapan şeyler... Şimdi bak hiç bir şey olmuyor elhamdü lillâh... Yalanları ortaya çıktı.

Bir de bu tarikatlardan, tasavvuftan has müslüman yetiştiği için çok korkmuşlar. Meselâ deniliyor ki, "Hâlâ Orta Asya'da, Türkistan'da, Rus diyarlarında bozulmadan duran insanlar, bu tarikat sayesinde, tasavvuf sayesinde korunabilmişler, Rus baskılarının karşısında durabilmişler." diyorlar.

Ayrıca bir de hilâfet meselesinden çok korkuyorlardı. müslümanların halifesi olursa, ödleri patlıyor. Neden?.. O zaman, "Azerbaycan'da Ruslar saldırmış, ona karşı tedbir alın!.. Bulgaristan'da Bulgarlar şöyle yapmış, ona karşı tedbir alın!.." dediği zaman, tüm Ümmet-i Muhammed ayağa kalkacağından, böyle bir merkeze bağlılığı istememişler. Halbuki onu kurmak, her müslümanın boynuna vacib!.. Çok önemli bir şey... Çünkü dağınık olduğun zaman, düşman tek tek yakalayıp mahvediyor. Kuzucukları birer birer kurtlar parçalıyor.

O bakımdan böyle şeyler olduğundan, bir tasavvuf düşmanlığı almış gitmiş. Suud'da korkunç bir tasavvuf düşmanlığı var... İran'da kendine göre bir acaib tasavvuf düşmanlığı var... Radikal müslüman dediğimiz, yeni müslüman kardeşlerde bir tasavvuf düşmanlığı var...

Kur'an-ı Kerim'de zikir emri var... Seksen doksan yerde Allah-u Teâlâ Hazretleri zikri emrediyor. Nefsi terbiye etmek, tezkiye etmek vazifesi Kur'an-ı Kerim'de var:

(Kad eflaha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.) "Nefsini terbiye eden kimse kurtulmuş, onu fenâlıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." Ahlâkı güzelleştirme emri Kur'an-ı Kerim'de var... Nefsin oyunlarına karşı tedbir almak, şeytanla mücadele etmek meselesi var... Tasavvufun tüm konuları Kur'an-ı Kerim'in emirlerinden çıkmış, hepsi Kur'an-ı Kerim'de var... Sen bunları nasıl inkâr edersin, zikri nasıl inkâr edersin?.. İslâm'ı bilip tasavvufu inkâr etmek mümkün değil... Ama cahiller tutturmuşlar, öyle gidiyorlar.

Biz de bunların yanlışlığını belirtmek için mecmualarımızda en alim kimselerle röportajlar yaptırıp yayınlıyoruz. Büyük mezheb imamları tasavvuf hakkında ne demişler, onların sözlerin yazıyoruz. İmam-ı Azam böyle buyurmuş, İmam Şafiî böyle buyurmuş, İmam Mâlik böyle buyurmuş, Ahmed ibn-i Hanbel böyle buyurmuş... Şu zâtı medhetmiş, bu şeyhe bağlanmış filân diye onları yazıyoruz ki, millet bu oyunun tesiri altında kalmasın diye...

Soru:

--Rabıta Allah'la kulun arasına girmek midir?

--Muhterem kardeşlerim! Rabıta, irtibat mânâsına geliyor, ilgi kurmak, irtibatlı olmak mânâsına geliyor. Nasıl hani, İstasyonu arayıp düğmeyi çeviriyorsunuz; ilgiyi kurduğunuz zaman, o radyo istasyonunun yayınını alabiliyorsanız, böyle bir ayarlama gibi bir şey olmuş oluyor.

Rabıta, bir sevgi bağlantısıdır, bir saygı bağlantısıdır. O bakımdan... Şimdi bir insan hocasıyla beraber, şeyhiyle beraber bir yerde olsa güzel olur. Aynı mecliste olsalar, sohbetinde bulunsa, sözünü dinlese; beraberce ellerine tesbihleri alsalar, zikirleri yapsalar güzel olur. Bu böyle olmadığı zaman, gözünü kapatacak, mürşidiyle irtibatını kuracak, mürşidini karşısında tasavvur edecek... O da onun karşısında oturmuş, mübârek bir mecliste beraberlermiş diye göz önüne getirecek... Böyle gönül aleminden bir irtibat sağlayacak... Bu irtibata rabıta deniliyor.

Böyle mürşidiyle bir irtibat kurduğu zaman; ziyaretine gittiği zaman, aynı mecliste beraber zikir yapsalar nasıl oluyorsa, orda da öyle bir durum oluyor. Beraber zikretmiş olacaklar, irtibat kurmuş olarak zikretmiş olacaklar. O zaman, böyle bir bağlantı kurulduğu zaman, mürşidindeki füyûzat ve mânevî berekât kendisine intikal eder. O bağlantının bereketiyle kendisi çok feyizyâb olur ve yaptığı ibâdetin tadını duyar, faidesini görür.

Böyle bir fenâ fillâh-beka billâh makamına ermiş mürşid-i kâmil ile irtibat kurduğu zaman insan, istasyonu bulmuş gibi oluyor yâni... O zaman kendisi çok istifade eder. Büyüklerimiz böyle diyorlar. Bu bir sevgi bağlantısıdır ve kısa zamanda müridin terakkî etmesi için gerekli bir çalışmadır.

Bunun hem asrımızın modern ilimlerinden, hem de tarihimizden ve dinimizden çok misalleri vardır. Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz, Rasûlüllah Efendimizi her zaman karşısında görürmüş. Hattâ utanırmış. O kadar böyle canlı bir tarzda karşısında görürmüş ki, utanırmış ayağını filân da uzatamazmış. Yanında değil ama, yanında gibi... İşte buna fenâ firrasûl makamı derler. Yâni, nereye baksa Rasûlüllah'ı görüyor; Rasûlüllah'ı görür hale gelmiş oluyor.

O hale ermek için de, ilkönce fenâ fişşeyh makamı denilen hale ermiş olmak, şeyhini görür hale gelmek lâzım ki; ordan fenâ firrasûl makamı nasib olsun, ordan fenâ fillah makamı nasib olsun diye, büyüklerimiz böyle bu meseleyi açıklamışlardır.

Bir de bazı kitaplarda belirtiliyor ki, Yusuf Aleyhisselâm'ın hikâyesinde, tam öyle Zelihâ valide kapıları kapatıp da, "Gel bakalım!" dediği zaman;

(Lev lâ enraâ burhâne rabbihî) diye bildiriliyor ayet-i kerimede... "Rabbinin burhanını gördü, kendisine hakim oldu, uymadı. Kapıya doğru kaçtı." diye bildirildiği sırada, o gördüğü burhan nedir diye bazı kimseler diyorlar ki rivâyetlerde: Babası Ya'kub AS'ı karşısında görmüş... Ya'kub AS'ın hayalini aynen karşısında görmüş. Babası karşısında... Evlâdına böyle bakıyor. O zaman kendisine daha iyi hakim olmuş, o teklife karşı direnmiş.

O bakımdan bu işin bir takım mânevî tarafları vardır. O vazifeyi yapan insanlarda da böyle bazı şeyler hasıl oluyor.

Evliyâullahın işleri, bizim bildiğimiz şu dünya hayatındaki işlerimizden biraz farklı oluyor. Şimdi Pakistan'dan birisi bana bir mektup gönderdi. Türkiyeden Pakistan'a gitmiş. Benden de cevap istiyor. "Rüyamda Mehmed Zâhid Hocamız'ı gördüm." diyor, gördüğü şeyleri anlatıyor: "Heyecandan uyandım. Yatakta yanımda yatan hanımım: 'Şimdi odadan dışarıya çıkan ihtiyar zâtı sen de gördün mü?' dedi. 'Yok!' dedim. 'Nasıl bir kimseydi anlat bakalım!' dedim. Tıpkı Hocamız'ı tarif etti." diyor. Evet, rüyasında görünmüş buna ama, yanlarına da ruhaniyetiyle gelmiş. Karısı da görmüş de, soruyor rüyayı gören kimseye: "Gördün mü, şu kapıdan çıkan zâtı? Sırf ben mi gördüm, sen de gördün mü?" diye...

Aynı şeyi, bizim burda bir Lütfullah kardeşimiz vardı, --Allah rahmet eylesin, cennet mekânı olsun-- o anlattı. Kıztaşı'nda apartmanda otururlardı. "Bir gün odada yemeğimizi yedik. Ben de odadan sofaya çıkmak istedim. Sofanın elektriği kapalı, karanlık sofa... Kapıyı tam açtım, karanlıkta Mehmed Zâhid Hocamız böyle karşımda duruyor... Ben ona bakıyorum, o bana bakıyor... Korkulacak bir değil ama, heyecanlandım, tüylerim diken diken oldu. Sırtımdan bir soğuk ter boşandı. Ondan sonra yavaş yavaş Hocamız karşımdan kayboldu." dedi.

Şemseddin-i Sivâsî Hazretlerini anlatıyorlar: Müridiyle kapıdan çıkmış, şöyle bir duvara yaslanmış, şöyle bir müddet durmuş, gözleri kapalı... Müridi diyor ki:

"--Ne oldu efendim, rahatsızlandınız mı?.."

"--Hayır evlâdım, rahatsızlanmadım. Buna rahatsızlık demezler, buna insilâh derler. İnsanın ruhu bedeninden çıkar, o zaman böyle beden böyle şeysiz kalır. O hal oldu da onun için böyle oldu." diyor.

Yâni, bu tasavvufî hayatın ihlâslı, aşık-ı sâdık mensuplarına Allah-u Teâlâ Hazretleri, başta sizin ve bizim kolay anlayamayacağımız, mânevî bir takım haller nasib ediyor. Rabıta da öyle bir hal olmuş oluyor. Yapan görür.

Soru:

--"Rabıta şirktir, İslâm'da delili yoktur." diyorlar; ne dersiniz?

--Hayır! Allah'tan başka bir tanrı düşünmek şirktir. Rabıta ise, hayalinde şeyhini tahayyül etmektir. Bu şirk değildir.

Hayal kurmak yasak değildir. İnsan sevdiği için annesini babasını düşünebilir gözünü kapattığı zaman... Memleketini düşünebilir. Yaz mevsimini, tatili vs. yi düşünebilir... Gözünü kapatır, Kâbe-i Müşerrefe'yi, Medine-i Münevvere'yi düşünebilir. Bunun gibi hocasını düşünebilir.

Hocasını hayalinde karşısında düşünür, bu gayet normaldir. Şirk, Allah'ın birliğini kabul etmemek demek; bununla bir ilgisi yok...

Rabıtayı bilmiyorlar, uzaktan uzağa tenkid ediyorlar. Ne olduğundan haberleri olmadığı şeyleri tenkid ediyorlar.

Soru:-Şeyh ile rabıta yapmanın bid'at olduğu söyleniyor; ne dersiniz?

-

--Hayır, bid'at değildir. Taa Peygamber Efendimiz'in zamanına kadar giden geçmişi vardır. Hattâ Kur'an-ı Kerim'de ona dair işaretler vardır. Bu bir mânevî haldir. İnsan o çalışmayı yaptığı zaman hasıl olur. Bu bid'at da değildir, şirk de değildir, yanlış da değildir. Güzeldir, iyi bir tasavvufî çalışmadır ve faydalıdır.

Soru:

--Rabıtada tahayyülde zorluk çekiyorum, ne tavsiye edersiniz?

--Şeyhinin sohbetine fazla devam etsin. Sevgisi ziyadeleşince olur.

Soru:

--Resimle rabıta olur mu?

--Olmaz, uygun değil!.. Pis suyla abdest alınır mı?.. Resimin ancak bir takım meşrû sebeplerle müsaadesi var... Sen onu meşrû sebepler için kullanabilirsin. Pasaport çıkacak, tapuda lâzım, bilmem nerde lâzım; orda kullanabilirsin. Onun dışında öyle resimle rabıta yapmak bid'attir, uygun değildir. Tarikatta bid'attır, böyle şey olmaz!.. O hocasına, usûlüne uygun olarak rabıta edecek, resimle yapmayacak!..

Soru:

--Rabıta-i mürşidin müridi yetiştirme ve olgunlaştırmadaki rolü nedir?

--Çok büyüktür. Hadis-i şeriften alınmadır. Peygamber Efendimiz'le sahabesi arasında rabıta vardı. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden Peygamber Efendimiz'in hayali gitmediği için, yalnız olduğu zaman bile rahat olamıyordu. Ayağını uzatamıyordu, serbest olamıyordu.

Yâni, rabıta sevmekten kaynaklanır. Ayrıca, bu rabıta dolayısıyla hakîkaten mânevî bir yakınlık ve bağlılık hâsıl olur. Bu bağlılık, mürşide rabıtadan, Rasûlüllah'a rabıtaya götürür insanı... Sonunda insan, Rasûlüllah'la rabıta etme haline gelir. Onun için, bir yetiştirme merhalesidir bu... Bilinenden bilinmeyene doğru yükselmedir. Kolaydan zora doğru ilerlemedir. Bir merhaledir ve şarttır.

Peygamber Efendimiz diyor ki: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz beni annenizden, babanızdan, evlâdınızdan ve bütün insanlardan bile daha çok sevmedikçe, hakîkî müslüman olamazsınız."

Rabıta aslında sevgiden kaynaklanıyor. O sevgi ile, onu düşünmesiyle, onunla mânevî beraberliğini kuruyor. Bu beraberlik kuruluyor.

İnsan rûhî merhalelerde ilerlediği zaman, bu bedene bağlı kalmıyor ruhu... Yusuf AS, Yâkub AS'ı görüvermiş karşısında... Zeliha Hatun kapıyı kapatıp, "Hadi, ikimiz kaldık!" dediği zaman, Yâkub AS'ı görüveriyor karşısında... "Ne yapıyorsun evlâdım, bu ne durumdur?.." gibilerden, Yâkub AS'ın böyle parmağını ısıraraktan göründüğünü naklederler. Evliyâullahın da böyle görünmesi vardır.

Evliyâullahın ruhları bedenlerinden çıkıp böyle dolaşabilir. Bizim şeyh efendilerimizden birisine demişler ki, "Efendim sizi filânca yerde gördük..." "Evet evlâdım! Demin oraları düşünüvermiştim." demiş. Burdan düşünür gibi bir şeyle, o tarafta onun şeyi görünür. Böyle şeyler olur. Bunlar hep rabıtanın inceliklerinden, detaylarındandır.

Kişinin gözünü kapatıp annesini babasını düşünmesi nasıl tatlı bir şeyse, normal bir şeyse...

--Ne yapıyorsun?..

--Ah, ak sakallı babacığım hatırıma geldi. Nur yüzlü, başörtülü annem hatırıma geldi. Gözümü kapattım, onu hayal ediyorum.

Bunun şirkle bir ilgisi olmadığı gibi, insanın da şeyhini böyle düşünmesi, sevgi bağı olarak lâzımdır ve gereklidir. Sevmesi, sayması, dinlemesi ve böyle düşünmesi feyzinin çok olması için de gereklidir. Bu bir alıştırmadır. Sonunda Rasûlüllah'la görüşme haline gelebilmesi için alıştırmadır, başlangıçtır, birinci bölümüdür işin... Daha ötedeki bölümlerine bir gidiştir. Onun için gereklidir.

Soru:

--Rabıtada Peygamber Efendimiz'i düşünsek, daha iyi olmaz mı?..

--Zâten oraya getirecek. Yâni, Peygamber Efendimiz'i düşünmeye müridin ilk başta kabiliyeti yetmez ve o tecellîye kendisi tahammül edemez. Hocasını düşünmekten başlar. O eğitime alıştıktan sonra, Rasûlüllah'a gelir zâten...

Merdivenin altındaki iki basamağa ne lüzum var?.. Bunlar olmasa üst kata çıkamaz mıyız?.. Çıkamazsın; çünkü, buraya basacaksın, oraya öyle çıkacaksın! Alt merdiven olmadan üst merdivene çıkılmıyor.

Soru:

--Rabıtaya delil olarak Peygamber SAS'in zamanından bir örnek verir misiniz?

--Peygamber SAS Efendimiz, Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden hiç gitmezmiş. Evde yalnız olduğu zamanda bile... Hattâ onun hayalinin gözünün önünde devamlı olmasından dolayı, ayağını uzatmaya utanırmış, helâya gitmeye utanırmış. Bu bağlılığın bir misâlidir, fenâ fir rasul olmanın alâmetidir. Rabıta da zâten, o olsun diye yapılan bir çalışmadır.

 Soru:

--Rabıta-i mürşid yaparken mürşid Allah ile kulu arasına girmiyor mu?

--Olmuyor. Ne demek Allah ile kul arasına girmek; nerden çıkmış? İlgisi yok!..

İnsan namaza duracağı zaman, "Allahu ekber" derken Kâbe'yi karşısında hayal edecek. Kâbe'ye doğru dönüyor ya... Tasavvur edecek: Mültezem şurada, Hacer-i Esved şurada, Hatîm şurasında, Makàm-ı İbrâhim şurada... Bu Allah'la kulun arasına Kâbe'nin girmesi midir?.. Değil... Böyle bir şey tasavvur edebilir.

İnsan askerdeyken gözünü kapattı, annesini babasını düşündü. "Ah evim, barkım, annem, babam..." diye hayal etti. Bu Allah'la kulu arasına girmek değildir, onunla bir ilgisi yoktur.

Şimdi biz karşı karşıya konuşuyoruz. Mürid de tesbih çekerken şeyhimle beraber çekiyoruz diye düşünüyor; ne var yâni?..

Allah mekândan münezzehtir. Öyle aradan, aralıktan filân da münezzehtir. Araya girmek diye bir şey bahis konusu değildir.

 

HATM-İ HÂCEGÂN

Soru:

--Hanımlar kendi aralarında hatm-i hâcegân yapabilirler mi? Başka tarikatlardan, hattâ dersli olmayan hanımlar orda olursa, ne olacak?

--Orda olmaları, bizi sevdiklerini gösteriyor. Büyük mürşidimiz Gümüşhâneli Hocamız buyurmuş ki: "Bizi seven bizdendir." Kişi sevdiği ile beraber haşrolacak ya!.. Mâdem sevmiş, toplantımıza gelmiş; bizdendir. O halde, hatm-i hâcegân'a alınır. Kapı dışarı edilmez.

Bazı tarikatlarda duyuyorum ben, dışarı çıkartıyorlarmış.

--Çık dışarı!..

--Niye?..

--Sen bizim tarikatımızdan değilsin!

--E, ben kâfir miyim, müşrik miyim?..

Ağlıyormuş kadın veya erkek... Kalbi çok kırılıyormuş. Kalb kırmak daha fenâ... Ne olacak yâni; o da senin gibi gelecek, senin halkanda Allah diyecek!.. Daha ne istiyorsun yâni; sevaplı bir iş yapmasına vesîle oluyorsun.

 Soru:

--Hatm-i Hâcegân'da İnşirah Sûresi'ni okumamızın sebebi nedir?

--İnşirah Sûresi, insanın gönlünün genişlemesini anlatan bir sûre olduğundan, "Mânevî bakımdan iç âlemimiz genişlesin, feyizlerle dolsun, mânevî neş'eye, zevke ulaşalım!" diye okuyoruz.

 

MÜRŞİD

1. Soru:
--Bazıları silsilenin kesildiğini ve bu zamanda silsileden birisinin olamayacağını ileri sürüyorlar; ne diyelim?

--Onlara cevap olarak, hadis-i şerifte:

(Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî yukàtilûne alel hakk, zàhirîne ilâ yevmil kıyâmeh) "Kıyamete kadar dâimâ hakkı tutan, destekleyen bir tâife-i mardıyye ümmet arasında mevcut olacak!" diye bildirilmiştir; onu söylersiniz. Sonra, ayet-i kerimede:

(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) "Hiç topluluk yoktur ki, Allah oraya bir haberci, tehlikelerden haber veren bir vazifeli şahıs göndermiş olmasın!" buyruluyor; onu söylersiniz.
 

2. Soru:
--Bulunduğumuz yerde bazı insanlar tasavvuf dersi veriyorlar. "Tasavvufta mürşid-i kâmile gerek yoktur. Mürşidsiz yapabiliyoruz." diyorlar. Mürşidsiz olabilir mi?.. Bunların yaptığı doğru mudur?

--Hayır! Doğru değildir, veballidir, yanlıştır. Çünkü Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki:

(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) "Hiç bir ümmet, topluluk yoktur ki, Allah oraya bir haberci, bir nezîr, tehlikelerden haber veren bir vazifeli şahıs göndermiş olmasın!"

Vazifeli şahıs demek, mürşid demek... Mürşidsiz olsaydı, o zaman Allah böyle demezdi. "Bazı yerler olmayabilir." derdi. Demek ki ihtiyaç var ki bir mürşide, bir yol göstericiye, bir vazifeli kimseye; onun için gönderiyor. O halde mürşidsiz olmaz!..

Mürşidsiz, üstadsız, hocasız tıp da olmaz, mühendislik de olmaz!.. Marangozluk da olmaz, terzilik de olmaz, berberlik de olmaz!.. Allah insaf versin bu zavallılara... Bu dünyevî basit meslekler hocasız olmuyor da, ahiretin yolunu gösteren, binbir türlü tehlikesi olan, binbir türlü aldatmacası olan bir yolun mürşidi olması lâzım değil mi?.. Tehlikesi var... Yalanı var, yanlışı var, sahtesi var, istismarcısı var, sömürücüsü var... Mürşidsiz olur mu?..

Hocasız, mürşidsiz hiç bir iş olmaz, hiç bir meslek olmaz! Tasavvuf da mürşid-i kâmilsiz olmaz!... Mürşid-i kâmiller ayrıca mânevî bakımdan vazifeli insanlardır. Olur demekle, olmaz demekle onların keyfine de kalmış bir şey değildir.

Yaptıkları veballi bir iştir. Bir insanı saptırırlarsa ne olacak?.. Hastalanırsa ne olacak, problemini nasıl çözecekler?.. Böyle saçma heveslerle, düşmanlıklarla, cahilliklerle milleti şaşırtıyorlar. Nedir alıp veremedikleri?.. Hürriyet var, millet her şeyi yapıyor. Plaja gidiyor, açık geziyor, içki içiyor, kumar oynuyor, meyhane açıyor... Cemiyyetteki iltimas, rüşvet ve sâire... Onları tenkid yok... Tam insanların doğru yola gelmesini sağlayacak mekanizmaya hücum ediyorlar. Kötü niyet var o zaman...
 

3. Soru:
--Bir şahıs daha önce bağlandığı, sonra vefat etmiş şeyhe olan bağlılığını sürdürebilir mi? Bir şeyh efendinin şeyh olması kaç yoldan, kaç şekilde belirlenebilir?

--Bir insan bir şeyhe çeşitli sebeplerden tâbî oluyor da, öncelikle terbiyesine nezâret etsin diye, tedâvisini yapsın diye tâbî oluyor. Meselâ, "Mazhar Osman çok iyi bir doktormuş... Lokman Hekim çok iyi bir doktormuş..." İyi ama yaşamıyor ki şu anda!.. Yaşayan kimseye, yaşayan doktora tedâvi olacak, yaşayan hocaya bağlanacak!..

Bir insanın bağlandığı kimse vefat etti mi, yeni bir mürşide bağlanması icab eder. Ya o mürşid, eski hocaefendisinin tayin ettiği, "Benim yerime sen makamıma kàim ol! Bu dervişleri sen terbiye eyle, sen nezâret et, hizmetlerine sen bak!" dediği kimsedir. Ya da, bazen mürşid efendiler mânevî bir işâret olmayınca, böyle bir halef bırakmazlar; o zaman orada, o muhitte uygun olan bir mübarek zâta teslim olması ve intisab etmesi lâzım!..

Tabii bu intisabda, mürşidin evsafı, "Şeriat-ı garrayı bilmesi, ahlâken müstakîm olması, bu mesleği yapacak şartları hâiz olması, sahih bir yol ile el almış, kendisine selâhiyet verilmiş olması..." diye kitaplarda belirtiliyor. Selâhiyetli bir şeyh efendiden kendisine selâhiyet verildi mi, alan kimse de o vazifeyi yapabilir. Ama verenin selâhiyeti yoksa alanın da durumu selâhiyetsiz kalır. Bir tane şeyhten aldıktan sonra da, birkaç tanesinden almasına lüzum yoktur. Bir tanesi yeter.

Bir insanın bir kimseye bağlanması vefat ettikten sonra da yetseydi, bir şeyhe filân bağlanmaya lüzum yoktu, Peygamber Efendimiz'e bağlanılırdı, biterdi. Ama, Peygamber Efendimiz vefat eder etmez, ümmet-i Muhammed'in sıhhat ve selâmeti ve kargaşanın önlenmesi bakımından, daha cenâze defnedilmeden Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'e bey'at edilmiştir. Bu ümmetin sıhhat ve selâmeti, huzuru ve karışıklık olmaması bakımındandır.

Bazan mânevî işaret olmuyor, şeyh efendiye halife bırakma izni verilmiyor. Misâl: Bana Emin Saraç Hoca anlatmıştı. Onun kayınpederi Yektâ Efendi idi. Onların bağlı olduğu şeyh efendi, yaşlı, vefat etmek üzere... Sormuşlar: "Efendim, yerinize kimi tayin ediyorsunuz?" demişler. Bir şey dememiş, "Bekliyorum." demiş. Sonra yine bir sıkıştırmışlar, falanca insan filânca insan var demişler. "Yâhu, ben bu işi düşünmüyorum mu sanıyorsunuz siz?.. Bakın, hepsinin icâzetnâmelerini yazdım. Altına bir imza atması kaldı. Bir işaret olursa, imzalayacağım. Yok daha bir işaret!.." demiş.

Birisi bu Yektâ Efendi... Ötekiler de başka şahıslar... Bana bunu anlatan Emin Saraç Hoca... Ben tabi, onların bağlı oldukları o hocaefendiyi tanımadım.

Sonra bu icâzet imzalanmadan, işaret çıkmadan o şeyh efendi vefat etmiş. Neden işaret çıkmadı?.. --Bundan sonrası benim kendi yorumum.--

--Neden?..

--Hocamız var, mürşid-i kâmil!.. Herkes kendisinden sonra ille birisini göstermek durumunda değil ki!.. Halkın, müridlerin irşadı için Mehmed Zâhid Hocamız var... Kesilmiş o taraf...

Zâten Mehmed Zâhid Hocamız'a çok hürmet edermiş o şahıs... Hattâ daha yaşlı olduğu halde; Hocamız bir seferinde babamla beraber o zâtın ziyaretine gitmişler o zâtın... Ayağı felç olduğu halde merdiven başında karşılamış. "Efendim kalkmasanız..." filân diyecek olmuş müridleri... Müridler biraz tarafgirlik yaparlar böyle şeylerde... "O gençtir, ne diye kalkıyorsunuz?" filân gibilerden düşünmüşler. "Kalkmasanız!" filân demişler. Babam anlatıyor: "Bu zâta mı kalkmayacağım?.. Bu zâta mı kalkmayacağım?.. Bu zâta mı kalkmayacağım?.." Üç defa böyle söylemiş. "Olur mu öyle şey, kalkarım!" demiş.

Ona işaret olmamış, ben ondan ne mâna çıkartıyorum şahsen: "Mânevî işaret yok, demek ki müridler Hocamız'a gelecek!.. Gelmesi lâzım!.."

Hocamız'a bir çok kimseler gelmiştir zâten... Meselâ, Abdülhay Efendi vardı. Abdülhay Efendi'nin dervişleri Hocamız'a intikal etmiştir. Sonra, Küçük Hüseyin Efendi vefat etmiş, onun dervişleri Hocamız'a gelmiştir. Hocamız hakîkaten mânevi makamı çok yüksek bir zât-ı muhterem olduğu için, zamanındaki bir çok hocaefendinin yerine halef çıkmıyor, işaret olmuyor. İşaret olmayınca, ne demek?.. "Dağılmayın, orda toplanın!" mânâsından dolayıdır diyorum ben, işaret çıkmaması...

Tabii, müridler toplanmışlar kendi aralarında... "Olmuyor böyle başsız..." filân diye, bir tanesini kendi başlarına tayin etmişler. Müridlerin kendi başlarına tayini, mânevî işaret gibi olmaz!.. Müridler kendi başlarına birisini tayin etmiş, olmuş... İyi ama, sen tek bir toplum içinde değilsin ki, etrafında başka kimseler var, yaşayan mürşid-i kâmiller var; sen öyle yapınca olmuyor. Zâten bir mürşid-i kâmil varken, ötekisinin gelip ona tâbî olması lâzım!..

Hülâsa, sorunun cevabı, bir insanın efendisi ölünce, hayatta olan bir zât-ı muhtereme bağlanması lâzım!.. Hangi sebeplerden: Tedâvisinin, terbiyesinin devam etmesi bakımından; bir... Sırr-ı bey'atte faullü duruma düşmemesi bakımından; iki... "Zamanının imamını, önderini bilmeden ölen, cahiliye ölümüyle ölür." dendiğinden, bey'atsiz gitmemesi için, cahiliye üzere ölmemesi için hemen birisine bağlanması lâzım!..

Vefat etmiş bir kimseye bağlılık olmaz! Onu bahane ederek müstakil yaşamak olmaz! Kendisi bağlanacak!..
 

4. Soru:
--Bir mürşide bağlanmanın ahirette ne gibi kazancı olur?

--Hadis-i şerifte var: Şehidler cennete girecekler. Amma, alimler cennetin kapısındayken, Allah onlara diyecek ki: "Durun, bekleyin! İstediklerinize şefaat edin, içeri girsinler!"

Hadis-i şerifte alim denilen, ilmiyle amil olan alim, yâni mürşid-i kâmil demektir. Onlar şefaat edeceklerdir.
 

5. Soru:
--Şeyhin müridini yetiştirmesi ne gibi yollarla olur?

--Şeyhin müridi yetiştirmesi sohbet yoluyla olur, nasihat yoluyla olur, çeşitli vazifeler vermesi yoluyla olur... Halvete sokmasıyla olur... "Şu şu kitapları oku! Şu şu işleri yap!" demesiyle olur. O kişinin mizacına göre, tabiatına göre, durumuna göre, ona söyleyeceği şey değişebilir.

Hani bir kere anlatmıştım ya: Zengin ama cimri bir kimse, bir hocaefendiye 'Zikri cehrî mi, hafî mi yapayım?" diye sorunca; "Sen zikri böyle yapacaksın!" demiş. Yâni eliyle para verme işareti yapıyor, "Para vermen lâzım!" demek istiyor. Çünkü, hakîkaten cimrilikten kurtulmadan, onun dervişliği tam olmaz.

O bakımdan, cimrilik hastalığı varsa, onu giderecek bir şey verir. Tenbellik hastalığı varsa, çalışkanlığa yöneltecek bir tavsiyesi olur. Haline göre bir nasihati ve işareti olur. Onun için, kişinin şahsına göre değişir. Ama genel terbiye tarzı zikirdir, halvettir, ibadetlerdir, tâatlerdir. Turuk-u nefsâniyye ve turûk-u ruhâniyyede çeşitli şekillerde bu yetiştirmeler olur.
 

6. Soru:
--Beyazid-i Bestâmî Hazretleri'nin "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır." sözünü açıklar mısınız?

--Muhterem kardeşlerim! Biliyorsunuz, çocuklarımızı ilkokula veriyoruz, ortaokula veriyoruz, liseye veriyoruz, üniversiteye veriyoruz... Tarlalarımızı satıyoruz, evlerimizi satıyoruz, çocuklarımızı okutmağa çalışıyoruz. Eğitim, insanın eğitilmesi önemli... Eğitilen insan iyi insan oluyor, eğitilmeyen insan kötü insan oluyor.

Eğitimin en güzeli tasavvuf eğitimi... Tekke terbiyesi aldı mı bir insan, takvâ terbiyesi aldı mı, --ayet-i kerimenin şehâdetiyle-- felah bulacak o insan... Takvâ terbiyesi almadığı zaman da felâkete uğruyor, pişman ve perişan oluyor.

Binâen aleyh, takvâ terbiyesini herkesin alması gerekir; almadığı zaman da insan, şeytanın maskarası olur. Bir alime teslim olmadığı zaman, şeytan onu aldatır, burnuna halkayı takar, istediği yere götürür.
 

7. Soru:
--Mürşide teslimiyetle, ashâb-ı kirâmın teslimiyeti arasında benzerlik var mıdır?

--Mürşide bağlılık, sahabe-i kirâmın Peygamber Efendimiz'e bağlılığı gibi olacak ve bu bağlılık hâlis muhlis olacak!.. Hâlis muhlis, candan bir bağlılık, bazı meseleleri konuşmağa, müzakere etmeğe ve ikaz etmeğe mânî değildir. İnsan sevdiği babasına da, kardeşine de, oğluna da ikazda bulunabilir. "Baba arkanda şu var, araba geliyor, kenara çekil!" dediği gibi, tehlike gördüğü zaman bildiği bir şey varsa söyleyebilir. Bu söylenir, normaldir.

Peygamber Efendimiz'e Hazret-i Ömer'in bazı hususlardaki tavırları mâlûm... Ama bu onun ona bağlılığının eksikliğinden değildi. Dine bağlılığının samîmiyetinden idi. Mü'minin mü'mine hakkı, hayrı her zaman söylemesi, tavsiye etmesi lâzım geldiğinden, ihvân ve şeyh arasında da böyledir.
 

8. Soru:
--Uykusunda veya üveysî olarak bir kimseye şeyhlik vazifesi verilebilir mi?..

--Bir sahih el alması şartı vardır. Allah'ın hükmüne, lütfuna kimse karışamaz ama, bir çok kimse buna dayanarak palavradan ortaya çıkıyor. Ondan sonra yalan yanlış işler yapıyor. Meselâ, kadınlara elini öptürenleri duyuyoruz.

Kitaplarda yazıyor ki: Bir mürid hak bir şeyh, gerçek bir mürşid-i kâmil bulmak için uğraşacak, çalışacak, gayret edecek!.. Bir karar verdi, birisini doğru bir insan sandı, bağlandı. O ihlâsından dolayı ilerleyebilir. Ama hatâsını, şeriata aykırılığını, yanlışlığını anladığı zaman da, onu bırakıp hakîkî bir şeyhe bağlanması icab eder. Yanlışta ısrar etmemesi gerekir.
 

9. Soru:
--Mürid kendisinden ayrıldığı zaman, mürşid ondan haberdar olur mu?

--Allah haberdar ederse haberdar olur, etmezse olmaz. Çünkü, Allah-u Teâlâ Hazretleri bazan bir hikmete mebni olarak haber verir, bazan bir hikmete mebni olarak haber vermez.

Peygamber Efendimiz'e de böyle olmuştur. Bazı kereler bir şeyi haber vermemiştir Allah-u Teâlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz'e, bazı kereler haber vermiştir. Her şey Allah'ın kudretindedir.
 

10. Soru:
--Müceddid nedir, özellikleri nelerdir?

--"Allah-u Teâlâ Hazretleri her asrın başında bu ümmetin işlerini, bilgilerini yenileyen, ona çeki düzen veren bir müceddid gönderir." diye hadis-i şerif vardır. Onun için, o hadis-i şerifi okuyanlar bilirler bu meseleyi...

Bazı kimselerin o müceddidlerden olduğu hüsnüzan edilmiştir. Meselâ, İmâm-ı Rabbânî Efendimiz müceddid-i elf-i sânî'dir. Yâni, ikinci binin müceddidi diye bu lakabla tanınmıştır. Her asrın müceddidi vardır.

Tabii, onun alâmeti, sünnet-i seniyyeyi bilmesi, Kur'an-ı Kerim'i tam bilmesi ve sapıtmaları, hurafeleri, sapmaları, dinin özünden uzaklaşmaları tesbit edip, onları engellemesi, işi tekrar rayına oturtmasıdır. Müceddidliğin aslı odur. Yâni, sahabe müslümanlığına doğru işi tekrar yörüngeye oturtmak, raydan çıkmış olan vagonu tekrar raya oturtma çalışmasıdır. Bu şekilde anlatabiliriz.
 [Merhum M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz 15. Hicrî Asrın başında, 1400 - 1421 yılları arasında irşad görevi yapmıştır.]

11. Soru:
--Şu anda herhangi bir kimseye bey'at ve intisab etmek gerekir mi?

--Gerekir; çünkü, insan bey'atsiz kalmaz. Üç kişi de yola gitse, bir tanesi emir olacak. Ama, bey'at edilecek kimsenin Allah ehli olması lâzım!.. Allah'ın emirlerini, yasaklarını bilmesi lâzım ki, günahla emretmesin.

12. Soru:
--Bazı kimseler, "Bizim şeyhimiz son kâmil mürşiddir. Ondan sonra mürşid gelmeyecek. Zira, nasıl Peygamberimiz son peygamberse, o da son evliyadır." diyorlar. Ne dersiniz?

--Bu saçmadır ve yalandır, aslı esası yoktur. Çünkü hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Kıyamet kopuncaya kadar, dâima hakkı tutan, hak yolda yürüyen bir mübarek insanlar grubu mevcut olacak!" Kıyamete kadar insanoğlu mevcut oldukça, mürşid de mevcut olur. Onun için, "Bizimki sondur, artık bundan sonra gelmeyecek!" diye, benden sonra tufan mantığıyla laf söylemek, cahilce bir sözdür, yanlıştır ve iftiradır.

Allah'ın nice nice kulları vardır; bazılarını insanlar bilir, bazılarını bilmez. Bazıları kutbül aktâbdır, bazıları gavsül a'zamdır... Bazıları kırklardandır, yedilerdendir, üçlerdendir... Kıyamet kopuncaya kadar onların hizmetleri, himmetleri olacaktır. Dünyada insan oldukça, insanları irşad edecek büyükler de mevcut olacaktır. Onun için, "Falanca öldü, artık bu iş bitti." mi demek istiyorlar? Öyle şey yoktur. Yalandır, yanlıştır ve hadislere aykırıdır.

13. Soru:
--Tasavvufta şeyh ve derviş ilişkileri yakınlıkla olur. Derviş hocasını örnek alarak öyle yetişmeğe çalışır. Fakat, bazı kimseler hocasıyla böyle karşı karşıya uzun boylu bir oturma, konuşma durumunda olamıyor. Bu durum nasıl olacak?

--Tabii, bu bir meseledir. Derviş az olduğu zaman, kolay... Yâni üç kişiyle, beş kişiyle oturmak, konuşmak; "Şunu şöyle yap, bunu böyle yap!.. Gel sana Kur'an öğreteyim, gel sana hadis okutayım!.." demek kolay... Ama dervişler onbinleri, yüzbinleri bulduğu zaman ne olacak?.. O zaman biraz daha zorlaşıyor.

Biz bunun çaresini kendimiz şahsen, mecmuaları çıkarmakla bulduk. "İslâm" dergisini çıkartarak, "Kadın ve Aile" dergisini çıkartarak, "İlim ve Sanat" dergisini çıkartarak, bu sohbetlerimizi uzaktaki kardeşlerimize mektup gibi iletebilmiş olalım diye düşündük.

Çünkü, Hocamız zaman zaman, "Benim nasihatlerim" diye, "Kıymetli evlâdım, esselâmü aleyküm!" diye başlayan bir şeyler bastırırdı, gönderirdi. Onları arkadaşlarımızın evlerinde böyle duvara asılmış olarak, "Hocamız'ın mektubudur, nasihatıdır." filân diye görüyoruz. Ben de bu iş daha şumüllü, daha muntazam olsun diye dergiler çıkartmayı uygun gördüm.

Onun için kardeşlerimiz dergilerimizi alırlarsa, her onbeş günde bir bizim bir nasihatımızla karşı karşıya gelmiş olacaklar. Ayın başında ÇİslâmÈ mecmuası çıkacak, ayın ortasında ÇKadın ve AileÈ çıkacak. Ordaki yazılarımızı görecekler. Ona göre bizim tavsiyelerimizi tutarlar. Böyle bir şekil olabilir.

Haftalık bir dergi çıkartalım dedik, para yetiremedik. Yâni, bu işler kolay değil!.. Çok şerefli, çok kıymetli, çok faydalı bir şey ama, millet almayınca, desteklemeyince mâlî bakımdan zorlanıyoruz. Dergilerimizin bir tanesini kapattık. ÇGülçocukÈ dergisini çıkaramıyoruz, ÇKadın ve AileÈnin içinde veriyoruz. Şimdi belki mâlî sıkıntılar devam ederse, bir dergiyi daha kapatacağız; onu da ötekisinin içine çekeceğiz. Böyle düşe kalka devam etmeğe çalışacağız.

Televizyonlar siyah-beyazken renkli televizyon çıkınca, ben duydum ki; köydeki kadınlar bileziklerini satmışlar, yine renkli televizyonu almışlar. Yâni, keyfe taallûk eden bir şey oldu mu, millet parayı buluyor, harcamasını yapıyor ve keyfinden hiç fedâkârlıkta bulunmuyor.

Gecekondu mahallesinde bakıyorsun, uydu anten... Her türlü şeyi seyretmek için... Çünkü gazino evine geliyor, bar evine geliyor, pavyon evine geliyor, sinema evine geliyor, tiyatro evine geliyor... Ne lüzumu var başka bir yere gitmeye?!.. Uydu antene parayı verir, renkli televizyona parayı verir... Japonlara, Yahudilere, Avrupalılara paralar gider... Milyarlar böyle Türkiye'den dışarıya seller gibi güldür güldür akar gider. Bunlar da televizyonu seyrederler.

Ona para veriliyor, seve seve... Çünkü kâfir, müslümanın parasını seve seve almasını biliyor, gönül hoşluğuyla almasını biliyor. Hayırlı yerlere de para vermeye gelince, müslümanlar para veremiyorlar.

Cihada para verilecek!.. Harb olduğu zaman çıkartıyor herkes, parayı veriyor. Öğrendim ki, bir jet uçağı elli-altmış milyarmış. O kadarına lüzum yok, elli-altmış milyarın onda birini bana verin, ben mükemmel dergi çıkartayım, mükemmel gazete çıkartayım, mükemmel yayın şirketi kurayım... Yâni, her şey para ile oluyor. Ben de para istemekten bıktım. Nefret geldi içime... Ama şuraya oturduğumuz zaman, para istemeden de olmuyor. "Camiye yardım!.." Haydi gel de söyleme!.. Mecbûr kalıyoruz. İkrah ediyorum. Kendi gücüm de yetmiyor, her şeyi karşılamağa... Bir insanını gücüyle de olacak şeyler değil!..

Bir dergi alsa, kimseye zarar olmaz ama, almıyor millet... Bir tane dergi alsa, birisini de ötekisine satsa... Zorlamayı da sevmiyorum, severek alsın... Yâni, dergiyi beğensin, güzel olduğunu görsün, severek alsın; onu istiyorum.

Millet, öyle müstehcen kadın resimleri olan derginin, gazetenin başına üşüşüyor. Aaa, bakıyorum, kavga mı oluyor, ne oluyor filân diye on kişi bir şeye üşüşmüşler. Ne var ne yok?.. Aralarından bir bakıyorum ki, müstehcen bir gazete var veya dergi var; hepsi birden onu seyrediyor. Yâni, o beş parasız, pulsuz işçiler-mişçiler onları alıyorlar. Üç tane çıplak kadın resmi var, beş tane bilmem ne var... Şöyle bir müstehcen konu var, böyle bilmem ne var... Şöyle bir fal var... Şöyle şu olacak, böyle bu olacak... Millet alıyor onları...

Ama İslâmî basın epeyce bir gelişme gösterdi Türkiye'de... Onların da şikâyet etmesinden anlaşılıyor ya!.. Birisi batar, birisi çıkar; bir gün gelir öğrenirler müslümanlar... Bu sahada büyük iş varmış, büyük hizmet varmış diye inşallah iş işten geçmeden önce öğrenirler.

Amerika gelip Suudî Arabistan'a asker çıkarmağa başlayınca, Saddam'ın aklı başına geldi; İranlı esirleri geri vermeğe başladı, geri çekilmeğe başladı.

Bir de tevbe kapısı kapanacak!.. Tevbe etse de tevbesi kabul olmayacak. Kıyamet kopmağa başlayacak, milletin aklı başına gelecek ama, o zaman iş işten geçmiş olacak... Veyahut, bir şey daha var:

(İzâ mâtel insânü fekad kamet kıyâmetühû.) "İnsan öldü mü kıyâmeti kopmuş demektir." Birisi bir trafik kazasına uğrar, ölür; onun kıyâmeti koptu artık... İşi bitti!.. O artık ne gazete alabilir, ne mecmua alabilir, ne hayır yapabilir, ne cihad yapabilir?.. İşi bitti. Ölmeden evvel, iş işten geçmeden evvel yapmak lâzım bu işleri... Allah akıl fikir versin... Allah yardımcı olsun...

Bize de... Çünkü en yardıma muhtaç biziz, en düşkün biziz! Çünkü başımıza bir sürü belâyı sarmışız, bir sürü insanın yükünü almışız... Eh, ört ki, ölem gayri!..
 

14. Soru:
--Şeyhi vefat eden bir kimse, yerine geçen vekiline mi rabıta yapmalıdır; yoksa şeyhine rabıtaya devam etse olur mu?

--Olur. İlk şeyhini tanıdığı için, o şeyhi de mübarek bir kimse ise, ona rabıta yapabilir. Normal olan şekil, yaşayanla ilgi içine girmektir.
 

15. Soru:
--Mürşidin muhabbetini sağlamak için mürid ne yapmalıdır?

--Bu iki türlü anlaşılacak bir cümle olmuş:

1. "Acaba ben ne yaparsam, mürşidim beni sever?" diye soruyorsa; Peygamber Efendimiz'e en güzel tarzda uyduğu zaman en çok sevilir. Kusurları çok yaptığı zaman, ona göre sevilmez. Onun için Peygamber Efendimiz'in sünnetine uysun!..

2. Kendisinde mürşidine karşı bir muhabbet hasıl olmasını istiyorsa; rabıtaya dikkat etmesi lâzım!..

Kaynak: (Güncel Meseleler 1 , 2)


 
   
©Copyright-007-021 ▓®▓ ŝĪĮЅї╚ξ 19 ziyaretçi (50 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol